

Güncel Sağlık
Sporun Nabzını Tutun!
Futboldan basketbola, tenisten motor sporlarına kadar tüm branşlardaki en güncel gelişmeleri anbean takip edin! Liglerdeki son durum, transfer haberleri, maç analizleri, özel röportajlar ve spor dünyasına dair tüm detaylar burada.
Takımınızın performansını değerlendirin, yıldız sporcuların kariyer yolculuklarını keşfedin ve büyük turnuvalardaki heyecanı bizimle birlikte yaşayın.Sporun kalbinin attığı yerde buluşalım!

Section Title
Çocuklarda Kronik Öksürük Nedenleri Belirtileri ve Tedavi Yolları
Acıbadem Kozyatağı Hastanesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Dr. Manolya Hüma Şanlı, çocuklardaki öksürük ve nedenleri üzerine yaptığı açıklamada, öksürüğün sadece bir refleks olmadığını, bazı önemli sağlık sorunlarına işaret edebileceğine değindi. Hastane ise, çocuk sağlığına dair önemli bilgiler vererek, ebeveynleri bilgilendirmeyi hedefliyor.
Kronik öksürük, 3 ila 12 hafta arasında süren öksürük olarak biliniyor. 3 haftayı aşan öksürüklerin, çocukların yaşam kalitesini düşürebileceği gibi potansiyel bir sağlık sorununa da yol açabileceği vurgulanmaktadır. Bu tür bir öksürük 3 haftayı aşarsa, mutlaka bir hekime başvurulması öneriliyor.
Öksürük, hava yollarındaki inflamasyonunu ve mukusu temizlemeye yönelik ani ve patlayıcı bir nefes verme manevrasıdır. Çocuklarda 2 haftayı geçen öksürükler "akut" olarak değerlendirilirken, 3-12 hafta arasını aşan öksürükler "kronik" öksürük olarak kabul edilir. Bu tür uzun süreli öksürükler, çocukların uyku düzenini ve günlük yaşamlarını olumsuz etkileyebilir. Uzun süreli öksürüklerin ciddi sağlık sorunlarına önemli bir göstergesi olabilir, altında yatan nedenleri belirleyip acilen tedavi olunması gerekir.
Çocuklardaki kronik öksürüğün başlıca sebepleri arasında astım, mide-özofagus reflüsü, bakteriyel bronşit ve geniz akıntısı sendromu bulunmaktadır. Geniz akıntısının en önemli nedenleri, sekresyon üretiminin fazlalaştığı alerjik rinit ve kronik sinüzit gibi sebepler olarak bilinmektedir.
• Mide-Özofagus Reflüsü: Bebeklerde ilk 4 ayda görülen ve beslenme sonrasında belirginleşen mide-özofagus reflüsünün yol açtığı öksürük özellikle yatarken şiddetlenir. Bir yaşından itibaren ise bu durum kendiliğinden azalır.
• Astım: Gece öksürükleri, genellikle astım veya mide-özofagus reflüsünü’nün belirtisidir. Astım, enfeksiyonlar ya da alerjik etkenlerle ortaya çıkabilir.
• Bakteriyel Bronşit: Uzamış bakteriyel bronşit, çocukta halsizlik, ateş ve balgamlı öksürük ile belirti gösterir.
• Psikojenik Öksürük: Gün içerisinde aralıklı, kuru ve kaz ötmesi gibi öksürükler görülür. Çocuk sağlıklı görünür ve ilgisi başka yöne çekilirse, öksürük durur.
• Sigara Dumanı: Sigara dumanına maruz kalmak, bronş hassasiyetini arttırır ve öksürüğün uzun süre devam etmesine neden olur. Bu durum, özellikle astım atakları ve viral enfeksiyonlar ile birlikte fazla görülür.
Çocuklardaki kronik öksürüğün altta yatan nedenlere göre şekillendirilmesi gerekir. Tedavi yöntemleri de şu şekilde yönetilir; antibiyotik tedavisi, nebülizatör cihaz ve inhaler ilaçlar, bulunulan ortamda sigara içilmemesi süreçlerden biridir.
Çocuklarda kronik öksürük, sadece geçici bir durum gibi görünse de uzun süre devam ettiğinde ciddi sağlık problemlerinin habercisi olma ihtimali mümkündür. Ebeveyinlerin, çocuklarının öksürüğü 3 haftadan fazla sürdüğünü gözlemlediği zaman bir doktora başvurmaları, sağlıklarını korumada oldukça önem arz eder.
Kaynak: Sağlık Haber Gazetesi
https://www.saglikhabergazetesi.com/cocuklarda-gecmeyen-oksuruk-hangi-hastaliklarin-habercisi/


Bakanlığın Ramazan Sürecinde Sahur ve İftar İçin Sağlıklı Beslenme Fikirleri Sunuyor
Bakanlık tarafından yapılan yazılı açıklamaya göre, oruç tutan vatandaşların en önemli öğünden biri olan sahurun es geçilmemesi gerektiğini belirtti.
Sağlık Bakanlığı, Ramazan ayında oruç tutan bütün vatandaşları hedef alan sağlıklı beslenme konusunda önemli uyarılarda bulundular. Bakanlık, vatandaşların sağlıklı beslenme alışkanlıklarını devam ettirmeleri gün içerisinde halsizlik ve yorgunluk hissini yaşamamak için sahurda hafif ve dengeli besinler tercih etmenin önemine değindiler. Ayrıca, sindirim problemleri yaşamamak için öğünlerin yavaş ve küçük lokmalar şeklinde yenmesi gerektiğinin vurgusunu yaptılar.
Açıklamada ise, “sahur vakti süt, yoğurt, peynir, yumurta, tam tahıllı ekmek ve lif oranı yüksek besinlerle kahvaltı yapılabilir. İftar vaktinde ise çorba ile başlayarak aşırı yağlı, tuzlu yemekler ve hamur işlerinden uzak durarak yemekler tüketilmeli” şeklinde ifade de bulundular.
Sağlık Bakanlığı, vatandaşların kan şekerinin dengede kalması için sahur ve iftar öğünlerini hafif ve dengeli şekilde yapmaları konusunda uyarda bulunuyorlar. Bakanlık, ayrıca vatandaşların sigara bağımlılığından kurtulmak için ramazan ayını fırsat olarak değerlendirmeleri gerektiğini belirtiyor. 7/24 hizmet halinde olan ALO 171 Sigara Bırakma Danışma Hattı'nı arayıp, uzmanlardan da yardım alınmasına öneriyorlar.
Bakanlık, iftar sofralarında şerbetli tatlılar yerine sütlü tatlılar, meyve, az şekerli, hoşaf veya komposto gibi hafif besinler tercih edilmesi önerildi. İftar ve sahur arasındaki süreçte kuru yemiş, taze veya kuru meyve, yoğurt, küçük porsiyonlarda sütlü tatlılar her gün olmaması şartıyla tüketilmesi gerektiği belirtildi. Ayrıca, iftar sonrası sindirimi kolaylaştırmak için kısa mesafeli yürüyüşler veya hafif egzersizler yapılması tavsiye edildi.
Kaynak: TRT Haber
https://www.trthaber.com/haber/saglik/saglik-bakanligindan-ramazanda-saglikli-beslenme-onerileri-899306.html


Uzmanlar, dudak üstü sivilcelerinin oluşumunun sebepleri ve tedavi yolları hakkında bilgilere yer verdi. Oluşumunun sebepleri, ciltteki birçok faktörün birleşimi sonucu olabilir. Sivilceler, genellikle hijyen eksikliği, hormon değişiklikleri, yanlış kozmetik ürün kullanımı, stres ve yanlış beslenme gibi faktörlerden kaynaklanmaktadır. Bu sivilceleri tedavi etmek ve önlemek için doğal yöntemler ve sağlıklı yaşam alışkanlıkları tavsiye ediliyor.
Dudak üstü bölgesinde oluşan sivilceler, estetik açıdan görünümü ve acı hissiyatı fazladır. Yüzün en hassas bölgelerinden birinde bulunuyor ve burada meydana gelen sivilceler, yemek yerken, su içerken veya konuşurken rahatsız edici bir hale geliyorlar. Herkeste görülen en yaygın nedenleri; yağ ve kir birikimi makyaj kalıntılarından oluşan sebum, hormonel dengesizlikler androjen hormonun artması ve aşırı yağ üretimi, kortizol hormonunun artması kaynaklı stres ve yorgunluk, yanlış besinler tüketmek fazla yağlı ve şekerli gıdalar, tıraş ve ağdadan kaynaklı kıl kökleri tahrişi sonucu oluşan iltihaplar, dudak balmları ve kozmetik ürünlerinin içerisindeki parfüm ve kimyasal içerikler, hijyen eksikliği ve el teması telefon ekranı ve kirli yüzeylerden taşınan bakteriler hepsi sivilce oluşumunu destekler.
Oluşan sivilcelerin tedavi yönteminde ise doğal yöntemler öneriliyor. Limon suyundaki antioksidan değeri, elma sirkesinin fazla yağı önleme, bal ve tarçın maskesinin antibakteriyel özelliği, aloe vera jelindeki tahrişi azaltma, buz tedavisi gibi doğal içerikler sivilceleri kurutmaya ve iltihapları azaltmaya yardımcı olmaktadır. Ayrıca, düzenli cilt ve dudak bakımı, doğru ürünler kullanımı, sağlıklı beslenme alışkanlıkları ve stres yönetimi sivilceler oluşumunu önleyebilir. Uzun süreli geçmeyen sivilcelerde, bir dermatoloğa danışılması gerektiği öneriliyor.
Kaynak: Genç Gazete
https://www.gencgazete.net/dudak-ustunde-sivilceler-neden-cikar-nasil-gecer-tedavi-yontemleri-nelerdir
DUDAK ÜSTÜ SİVİLCELERİN NEDENLERİ ETKİLERİ VE TEDAVİ YOLLARI


Kanserli Çocuklara Umut Vakfı (KAÇUV) ve Bitaksi, kanser tedavisi gören insanların ve ailelerinin hastanelere ulaşımını iyileştirmek amacıyla bir iş birliğine adım attı. Bu iş birliği sürecinde, KAÇUV Aile Evleri'nde misafir olan ailelere Bitaksi üzerinden ücretsiz ve güvenli ulaşım imkanı sağlamışlardır. Kanser tedavisi gören çocuklar ve aileleri, tedavi süreci boyunca sadece tedavi müdahaleleriyle değil, aynı zamanda psikolojik, sosyal ve ekonomik zorluklarla da iç kalıp yaşam mücadelesi veriyor. Özellikle şehir dışından tedavi için İstanbul'a gelen hastanelere ulaşım konusunda ciddi sorunlar yaşanıyor. KAÇUV Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. İnci Yıldız'ın ayakta durduğu gibi, bu iş birliği ailelerinin ilk önceliği olan tedavi odaklanmalarını sağlamayı sağlıyor. İş birliğinin başlangıç tarihi ve süresi hakkında net bir bilgi bulunmamakla birlikte, Prof. Dr. İnci Yıldız'ın açıklamalarından iş birliğinin sürekli ve sürdürülebilir bir proje olduğu anlaşılmaktadır. KAÇUV, bu tür işbirliklerini artırarak daha fazla aileye ulaşmayı hedeflemektedir. İş birliğinin tarafları ise Kanserli Çocuklara Umut Vakfı (KAÇUV) ve Bitaksidir. KAÇUV, kanserin tedavisini sağlayan noktalar ve ailelerine destek ve manevi destek amacıyla kurulmuş bir vakıftır. Bitaksi ise Türkiye'nin önde gelen taksi çağırma uygulamalarından biri olmuştur. İş birliği, kanserle mücadele eden insanlar ve ailelerinin yaşam özgürlüklerini yükseltmeyi önemli bir sürece odaklıyor. İş birliği, İstanbul'da bulunan KAÇUV Aile Evleri'nde misafir olan aileleri barındırıyor. Türkiye'nin en büyük sağlık merkezlerinin bir şehri olan İstanbul, kanser tedavisi için Türkiye'nin dört bir yanından gelen aileleri misafir ediyor. KAÇUV Aile Evleri, misafir olarak gelen ailelere tedavi süreci barınma ve destek hizmetleri sunmaktadır. Bitaksi ise, KAÇUV Aile Evleri'nde misafir olan ailelere özel bir kod tanımlayacak. Bu kod sayesinde Bitaksi uygulamasını kullanarak ücretsiz bir şekilde taksi çağırabilecek ve hastanelere güvenli ve hızlı bir şekilde ulaşabilecekler. Bu İş birliği ayrıca KAÇUV'un ailelere yönelik özelliklerine destek sağlayacak önemli bir parça olarak hayata geçirilecek.
KAYNAK: Hürriyet
https://www.hurriyet.com.tr/kelebek/saglik/kanser-tedavisi-goren-cocuklara-ulasim-destegi-42700060


UZMAN ALARMI: DEPRESYON VAKALARI YÜKSELİYOR



Depresyon, bireylerin uzun süreli psikolojik rahatsızlıklar yaşadığı, duygusal, fiziksel ve zihinsel sağlığı olumsuz yönde etkileyen bir ruhsal sorundur. Bu durum, günlük yaşamı zor bir duruma sokarak, kişinin yaşam kalitesini ciddi şekilde düşürür. Dünya Sağlık Örgütü’ne (DSÖ) göre, dünya genelinde yaklaşık 264 milyon insan depresyonla mücadele ediyor. Depresyonun belirtilerinin arasında yer alan sürekli üzüntü, umutsuzluk hissi, yorgunluk, enerji kaybı, uyku düzeni bozuklukları ve fiziksel rahatsızlıklar yer verilir. Ayrıca, depresyon, yaşamın herhangi bir döneminde ortaya çıkabilen belirtileri genellikle uzun vadeli bir şekilde sürer ve kişinin günlük işlevlerini, keyif aldığı aktivitelerden ilgisini kaybettiğini, sosyal ilişkilerini ve profesyonel yaşamını etkileyebilir.
Depresyon, yaygın olarak dünya genelinde bir sağlık sorunu olup, her yaş ve sosyal gruptan insanı etkileyebilmektedir. Tedavi süreci, kişinin yaşadığı coğrafi konuma ve sağlık hizmetlerine ulaşılabilirliğine göre farklılık gösterebilmektedir. Türkiye'deki profesyonel psikoterapistler ve psikiyatristler, depresyon tedavisinde büyük bir rol oynamaktadır.
Depresyonun birden çok sebebi vardır ve genellikle psikolojik, biyolojik ve çevresel faktörlerin etkileşimi sonucunda ortaya çıkar. Biyolojik açıdan, genetik yatkınlık depresyon riskini çoğaltabilir; ailesinde depresyon öyküsü bulunan bireylerde depresyon görülme olasılığı daha fazladır. Ayrıca, beyindeki kimyasal dengesizlikler (serotonin, norepinefrin ve dopamin düzeyleri) depresyon riskini çoğaltabilir. Psikolojik faktörler arasında, travmatik yaşam olayları, iş kaybı, sevilen birinin ölümü, ekonomik zorluklar, çocuklukta yaşanan travmalar yer alır. Ayrıca, bireyin sürekli olumsuz düşünceler içerisinde ve düşük özgüvene sahip olması depresyonu tetikleyebilir.
Dr. Öğr. Üyesi Davut Genç, depresyonun etkileri ve tedavi yöntemleri hakkında önemli açıklamalar da bulunarak, toplumun bu konuda açısından bilinçlenmesin de katkı sağlar. Dr. Genç, depresyonun genellikle bir moral bozukluğundan ziyade önemli bir tıbbi durum olduğunu belirtir. Ayrıca, erken teşhis ve profesyonel yardım almak depresyon tedavisinde en önemli adımlardan biri olduğunu ifade eder. Erken müdahale, hastalığın etkilerini minimize edebilir ve tedavi sürecinin etkisi dada fazla olmasını sağlanabilir. Destek aramaktan kaçınmamak gerektiğini belirten Dr. Genç, depresyonun tedavi olunabilir bir hastalık olduğunu ve profesyonel yardımla sayesinde kişinin yaşam kalitesinin önemli ölçüde iyileşebileceğini ifade eder.
Depresyon tedavisinde birden fazla yöntem bulunabilir ve tedavi kişiye özgü bir planla yapılmalıdır. Dr. Genç, depresyon tedavisinde psikoterapi ve antidepresan ilaçların yaygın olarak kullanıldığını ifade etmiştir. Antidepresanlar beyindeki kimyasal dengesizlikleri, psikoterapi ise bireyin olumsuz düşünce ve davranışlarını değiştirmeyi amaçlayarak düzeltmeye yardımcı olur. Ancak, toplum içerisinde antidepresanlara dair bazı yanlış bilgiler bulunmaktadır. Bu ilaçların bağımlılık yapmadığı ve kişiliği değiştirmediği, aksine depresyon belirtilerini azalttığına vurgu yapmaktadır. Ayrıca, meditasyon, yoga, nefes egzersizleri gibi stres azaltıcı yöntemler de depresyon belirtilerini azaltabilir.
Depresyon, tedavi edilmediği sürece bireyin yaşam kalitesini ciddi şekilde etkileyen bir hastalık olup, profesyonel yardım almak, tedavi sürecinin başarıya ulaşmasında kritik bir adımdır. Unutulmamalıdır ki depresyon tedavisi olan bir rahatsızlıktır ve yardım almak güçsüzlük değil, aksine büyük bir adımdır.
KAYNAK: Dark Haber Ajans
https://darkhaberajansi.com.tr/uzmanindan-uyari-depresyon-vakalari-endise-verici-sekilde-artiyor/
İYİ BİR UYKU İÇİN ERKEN YATMAK ÇÖZÜM DEĞİLDİR

Bilim insanları, erken yatmanın her zaman daha iyi bir uyku anlamına gelmediğini dile getirerek insanların uyku alışkanlıklarını gözden geçirmelerini gerektiriyor. Yapılan araştırmalar sonucunda, kötü uyku alışkanlıklarının sağlık üzerindeki olumsuz etkilerini ve uzun bir süreç içerisinde bunama riskini artırabileceğini ortaya koyuyor. Özellikle, yetersiz uyku ve derin uykunun azalması, beyinde biriken proteinlerin temizlenememesine neden olmaktadır. Bu durum, nörodejeneratif hastalıklara ve bunamaya yol açabilmektedir. Bu konu hakkında yapılan araştırmalar, özellikle Çin, İsveç ve Britanya'daki bilim insanları tarafından yapılmıştır. Ayrıca, University College London ve Fransız Ulusal Sağlık ve Tıbbi Araştırma Enstitüsü de bu konuda önemli veriler sunmaktadır, farklı kültürlerden gelen bireylerin uyku alışkanlıkları üzerindeki etkileri anlamaya yönelik büyük bir katkı sağlamaktadır.
Örneğin, Çin, İsveç ve Britanya'da yapılan bir çalışmada, gece 22:00'den önce yatmanın bunama riskini %25 artırdığı tespit edilmiştir. Ancak, bu bulguların erken yatmanın değil, uyku süresi ve uyku zamanlamasının doğru bir biçimde düzenlenmesinin daha önemli olduğunu ortaya koyduğu söylenebilir.
Pekçok kişi, erken uyumanın daha kaliteli bir uyku sağladığını düşünsede, bilimsel araştırmalar bu yaygın düşüncenin yanlış olduğunu tespit ediyor. University College London ve Fransız Ulusal Sağlık ve Tıbbi Araştırma Enstitüsü'nün yaptığı bir araştırmaya göre, orta yaşlarda altı saatten az uyuyan kişiler, yedi saat ve daha fazla uyuyan kişilere kıyasla bunama riski açısından %30 daha yüksek bir orana sahip olduğu görülmüştür. Bilim insanları, daha az uyumanın derin uyku evresinin kısa olmasına sebep olduğunu ve bunun da beynin 'temizlenme' sürecini engel olduğunu belirtiyorlar. Derin bir uyku, beynin toksik proteinlerden arındığı ve bu temizleme sürecinin özellikle gece belirli saatlerde gerçekleştiği bir süreç olarak tanımlanmaktadır. Ayrıca, derin uykudan REM uykusuna geçiş evresinin, yatağa ne zaman gireceğimizden bağımsız olarak gecenin belirli zamanlarında gerçekleştiği de dile getiriliyor.
Bilim insanları, uyku süresi ve derin uykunun beyin sağlığı üzerindeki etkilerini derinlemesine inceleyerek, sağlıklı uyku alışkanlıklarının nasıl oluşturulabileceğine dair çeşitli metodlar sunuyorlar. Bu yöntemlerin başında University College London ve Inserm'in iş birliğiyle yapılan çalışmalarda, uyku düzeni ve bunama arasındaki ilişkiyi araştıran uzmanlar, sağlıklı uyku alışkanlıklarının önemini dile getirmektedir. Derin uyku ise, glifatik sistemin en aktif olduğu aşamadır ve bu aşama, beyindeki toksik proteinlerin temizlendiği, böylece nörodejeneratif hastalıkların riskinin en aza indirildiği bir süreçtir. Ancak birey, yaşlandıkça bu derin uyku evreleri azalır ve uyku daha bölük ve belirsiz hale gelir. Bu durumun önüne geçmek için, yaşlı bireylerin daha iyi uyku alışkanlıkları edinmeleri gerektiği üzerinde duruluyor. Doğru uyku koşullarının sağlanması, daha derin bir uyku için önerilen bir yöntem arasında yer almaktadır.
Sonuç olarak, erken uyumanın her zaman daha iyi bir uyku anlamına gelmediğini ve aslında uyku kalitesinin, uyku süresi ve düzeni ile doğrudan ilişkili olduğunu gösteren bilimsel yöntemler önemlidir. Uyku düzenini düzene sokmak, beyin sağlığını korumak ve bunama gibi nörolojik hastalıkları önlemek adına büyük bir adımdır.
KAYNAK: Diken
https://www.diken.com.tr/arastirma-erken-yatmak-iyi-uyku-anlamina-gelmiyor/


Yapılan araştırmalara göre her 12 kişiden birinde bulunan böbrek taşı şikayeti hızla yaygınlaşıyor. Acısının ‘ancak çeken bilir’ diye tarif edildiği, ani ve şiddetli ağrı, bulantı, ve kusma gibi şikayetlerle çoğu kişinin hastanenin yolunu tuttuğunda doktorlar tarafından konulan o yegane teşhis.
Genetik ve çevresel faktörler her ne kadar böbrek taşı oluşumunda etkili olsa da sağlıksız beslenmek, az su içmek, hareketsiz ve fazla kilolu olmak da böbrek taşı oluşumunu tetikliyor.
Üroloji Uzmanı Doç. Dr. Emre Karabay ‘’ Taşın her yer değiştirmesi ya da büyümesi şiddetli ağrılara ve idrar yollarında tıkanmalara neden olabilir. Genellikle; şiddetli yan ağrısı, idrar yaparken yanma ve ağrı, idrarda kan görülmesi, bulantı, kusma ve sık idrara çıkmaya yol açar. Böbrek taşı tedavi edilmediğinde; idrar yolu enfeksiyonlarına, böbrek iltihaplarına, böbrek fonksiyonlarında azalmalara ve hatta böbrek yetmezliğine dahi yol açabilir.’’ Diye anlatıyor.
Doğru beslenme düzeni ve yaşam tarzında olumlu değişikliklerin böbrek taşı oluşumunu engelleyebileceğini söyleyen Üroloji Uzmanı Doç. Dr. Karabay 13 Mart Dünya Böbrek Günü’ne özel yaptığı konuşmada böbrek taşına karşı 8 etkili önlemi anlattı.
Günde 2 litre su tüketilmeli
Yapılan araştırmalara göre günde 2-2,5 litre su tüketimi vücudun toksinlerden arınmasına yardımcı olur ve böbrek taşı oluşumu riskini yüzde 40 oranında azaltır.
Tuz tüketimi azaltılmalı
Günde iki gramın üzerinde olan tuz tüketimi böbrek taşı oluşumunu tetikliyor. İşlenmiş gıdaların tüketiminden kaçınmak ve düşük sodyum değerindeki ürünleri tüketmekte fayda var.
Düzenli egzersiz yapılmalı
Vücudun sıvı dengesini korumak ve idrarda taş yapıcı maddelerin birikmesin engellemek için haftada en az 3-4 gün 30-60 dakika kadar bisiklet sürme veya yürüyüş gibi kardiyo egzersizlerin yapılması tavsiye ediliyor.
Meyve, sebze ve lifli gıdalar tüketilmeli
Mevsim meyve ve sebzelerinin tüketilmesi lifli gıdaların tercih edilmesi faydalı. Meyve ve sebzeler vücuda su alımını kolaylaştırmakta ve alkali özellikleri sayesinde böbrek taşı oluşumunu engellemekte etkililer.
Oksalat içerikli gıdalardan kaçınılmalı
Ispanak, pancar, kuruyemiş gibi gıdaların aşırı tüketiminden kaçınılmalı. Yüksek oksalat seviyesi kalsiyum oksalat taşlarının oluşumunu destekler. Bu olumsuz durum böbrek taşı geçirmiş ya da riski olan kişiler için olumsuz etkileri bulunur.
Gelişigüzel C vitamini takviyesinden kaçınılmalı
Vitamin C de oksalata yol açar.
Hayvansal protein kısıtlanmalı
Et, balık ve tavuk gibi gıdaların tüketiminde aşırıya kaçılmamalı. Yüksek protein değeri taş oluşumunu tetikleyebilir.
Vücutta kalsiyumun yetersiz olması taş oluşumu riskini arttırabilir. Ancak doktor tavsiyesi haricinde kalsiyum takviyesinden kaçınılmalı. Mümkünse besinlerle bu ihtiyaç karşılanmalı.
KAYNAK: Kardeş Haber
https://www.saglikhabergazetesi.com/13-mart-dunya-bobrek-gunu/#google_vignette

13 Mart Dünya Böbrek Günü
GÖRME PROBLEMİ BAŞ AĞRISINA SEBEP OLABİLİR Mİ?

Baş ağrısı, özellikle göz sağlığı ile bağlantılı bir şekilde olduğunda, genellikle göz kaslarının aşırı çalışması veya görsel odaklanma sorunlarından kaynaklanabilir. Miyopi, hipermetropi, astigmatizm gibi görme bozuklukları, yanlış gözlük veya lens kullanımı, dijital göz yorgunluğu ve göz içi basınç gibi problemler baş ağrılarının başlıca sebeplerinin önünde gelmektedir. Ayrıca, konverjans yetmezliği ve presbiyopi gibi göz hastalıkları da baş ağrılarına yol açabilir.
Bu tür baş ağrıları, özellikle göz sağlığıyla ilgili sorunların sıklıkla yaşadığı kişilerde görülmektedir. Görme kusurları ve gözdeki diğer rahatsızlıklar, genellikle ofis ortamlarında uzun süreli ekran kullanımında, okumada veya yakın odaklanma gerektiren işlerde daha net bir hale gelir.
Baş ağrıları, göz sağlığıyla bağlantılı olduğunda genellikle uzun süreli göz yorgunluğu, dijital cihaz kullanımından sonra ya da gözlük ya da lens kullanımında yanlış numara tercihi sonrasında ortaya çıkmaktadır. Ayrıca, göz içi basınç artışı ya da glokom gibi hastalıkların belirtileri de baş ağrılarının şiddetini artırabilme olasılığını da yükseltiyor.
Göz kaslarının aşırı çalışması, yanlış gözlük veya lens kullanımı, dijital cihazların aşırı kullanımı ve göz içi basınç artışı, göz sağlığı sorunlarıyla ilişkili baş ağrılarına neden olabilecek durumlardır. Bu durumlar, göz kaslarının gerginleşmesine ve görme sisteminin zorlanmasına yol açarak, baş ağrılarını tetikleyerek şiddetini artırır.
Baş ağrılarının önüne geçmek için, göz sağlığını koruyacak birkaç basit önlem alınabilir:
1. Düzenli göz muayeneleri yaptırmak,
2. Ekran süresini sınırlamak ve 20-20-20 kuralını uygulamak,
3. Doğru gözlük ve lens numarasını seçmek,
4. Işıklandırmayı düzgün ayarlamak,
5. Gözleri dinlendirmek ve fazla parlama olmamasına dikkat etmek.
Göz Hastalıkları Uzmanı Op. Dr. Kürşat Çağın, baş ağrıları ile göz sağlığı arasındaki bu ilişkinin üstünde durarak, göz sağlığının korunması gerektiği konusunda önemli bilgileri dile getiriyor. Göz sağlığınızı göz ardı etmemeniz ve düzenli muayeneler yaptırmanız gerektiğinin üstünde duruyor. Baş ağrıları ve göz sağlığı arasındaki bu bağlantıyı anlamak, yaşam kalitemizi artırabilir ve daha ciddi sağlık sorunlarının önüne geçebilir.
KAYNAK: Dark Haber Ajansı
https://darkhaberajansi.com.tr/bas-agrisi-ve-goz-sagligi-arasindaki-baglanti/

UYKU APNESİ VE ALZHEİMER ARASINDAKİ TETİKLEYİCİ FAKTÖRLER

Uyku apnesi, gece boyunca solunumun kısa süre içinde durması durumudur ve yalnızca uyku kalitesini bozmakla kalmaz, aynı zamanda Alzheimer, inme ve kalp hastalıkları gibi ciddi rahatsızlıkların riskini artırabilme olasılığı yüksektir. Uyku apnesinin belirtileri arasında baş ağrısı, aşırı uyku hali, konsantrasyon güçsüzlüğü ve unutkanlık da yer almaktadır.
Uyku apnesi, genellikle gece uykusunda yaşanan belirtilerle kendini gösterir. Hastalar, uyku sırasında horlama, nefes durması ve sabahları yorgun uyanma gibi sorunlarla karşı karşıya kalabilir. Belirtiler ise gündüz aşırı uykululuk hali, baş ağrıları, unutkanlık, konsantrasyon güçlüğü gibi durumlarla devam edebilir. Eğer tedavi edilmezse, Alzheimer ve diğer demans hastalıklarına, ayrıca kalp ve damar rahatsızlıklarına yol açabilir. Uyku apnesi, dünya genelinde oldukça yaygın halde olup, doğru tanı ve tedavi için uyku laboratuvarlarında polisomnografi testi yapılması gereklidir. Eğer uyku apnesi tespit edilirse, tedavi için PAP cihazı kullanılarak hastanın solunumu düzenlenir ve oksijen seviyesi dengelenir. Bu, apne nöbetlerinin önüne geçmesine yardımcı olur.
Uyku apnesinin en büyük nedenlerinden biri ise çevresel faktörlerdir. Aşırı kilo alımı, sağlıksız beslenme, insülin direnci ve metabolik sendrom gibi durumlar uyku apnesinin gelişimine yardımcı olabilir. Ayrıca, genetik faktörler de ikinci planda rol oynamaktadır. Uzun süreli uyku apnesi, Alzheimer hastalığının sürecini hızlandırabilir.
Nöroloji Uzmanı Doç. Dr. Buse Çağla Arı, uyku apnesinin Alzheimer ve diğer sağlık sorunlarıyla olan ilişkisinin üzerinde durmuş ve uyku apnesinin tedavi yöntemleri hakkında bilgilendirme yapmıştır. Doç. Dr. Arı, çevresel faktörlerin uyku apnesi üzerindeki etkilerini açıklayarak bu rahatsızlığın tedavi edilmemesinin ciddi sağlık problemlerine yol açabileceğini dile getirmiştir.
KAYNAK: Cumhuriyet

KADIN SAĞLIĞINDA V-NOTES YÖNTEMİ: YENİ BİR DÖNEM BAŞLATIYOR

Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Op. Gayem İnayet Turgay, 2016 yılında ilk kez uygulamaya konulan V-NOTES yönteminin Türkiye'de önde gelen uygulayıcılarından biri olarak, bu yeni cerrahi tekniğin kısa sürede sağlık sektöründe popüler olup önemli bir alternatif haline gelmiştir. Op. Turgay, vajinal cerrahi ve laparoskopik cerrahiyi birleştiren V-NOTES yöntemiyle kadın hastalıklarının tedavisinde devrim yaratmaktadır.
V-NOTES (Vaginal Natural Orifice Transluminal Endoscopic Surgery) yöntemi kadın hastalıkları tedavisinde önemli bir yenilik sunmaktadır. Vajinal yani doğal açıklık kullanılarak gerçekleştirilen bir cerrahi tekniktir. Bu yöntem, rahim alma, yumurtalık kisti ameliyatlar, dış gebelik ameliyatları bazı myomların alınması, tüplere yapılan bazı çeşitli cerrahi müdahalelerdir, vücutta herhangi bir görünende yara izi bırakmadan, minimal dokunuşlarla işlem sağlamaktadır. Yara izinin olmaması, estetik endişeler yaşayan hastalar için büyük bir avantaj sağlar. Ayrıca, bu yöntem sayesinde hastaların çabucak iyileşmesini sağlarken, ağrı kesici ihtiyacını da azaltmaktadır. Op. Turgay, bu yöntemin sosyal ve psikolojik açıdan da önemli faydalar sunduğunu açıklıyor.
Op. Dr. Gayem İnayet Turgay, “V- NOTES yönteminde laparoskobik cerrah işlemi, vajinal yoldan girilerek yapıldığı için herhangi bir organ delinmiyor. Apandistten safra kesesi alınması ameliyatlarına kadar birçok tedavide kullanılıyor. Bu durum tedavi başarısını da olumlu etkiliyor. Bazı hastalar ani gelişen jinekolojik operasyonlardan çekinebiliyorlar. V- NOTES yöntemi ameliyat korkusunun üstesinden gelmek için psikolojik avantaj da sağlıyor. Bu yöntemde bir yaş sınırı bulunmuyor. Obez hastalarda kullanılması da uygun. Hatta sanılanın aksine avantajlı. Çünkü karında kesi olmadığı için yara yeri enfeksiyonu da olmuyor, kalın yağ dokusu da delinmiyor.” diye konuştu.
V-NOTES yöntemi, kadın hastalıkları cerrahisinde yeni bir döneme geçiş yaptırıyor. Op. Gayem İnayet Turgay, bu yöntemin eğitimiyle ilgili olarak kadın doğum hekimlerine sürekli eğitim verdiğini ve çeşitli merkezlerde uygulanmaya başlandığını dile getiriyor. V-NOTES, sadece kadın hastalıkları tedavisinde değil, aynı zamanda genel cerrahi müdahalelerde de uygulanabilecek bir yöntem olarak sağlık sektöründe daha fazla yer bulması düşünülüyor.
KAYNAK: Dark Haber Ajansı

Prof. Dr. Oğuzhan Karatepe’den karın ağrısı ve nedensiz kilo kaybı hakkında bilgiler

Karın ağrısı ve nedensiz kilo kaybına dikkatli olunması gerektiği konusunda uyaran Prof. Dr. Oğuzhan Karatepe bunların pankreas kanserinin belirtileri olabileceğini belirtti. Prof. Dr. Karatepe, pankreas kanseri tedavisi ve Whipple cerrahisi hakkında bilgilerini aktardı.
Yaş, ailede pankreas kanseri öyküsü, sigara tüketimi, obezite, diyabet ve kronik pankreatit gibi hastalıkların pankreas kanseri riskini artırabileceğini söyleyen Genel Cerrahi Uzmanı Prof. Dr. Oğuzhan Karatepe, “Sağlıksız beslenme ve düşük fiziksel aktivite de risk faktörlerindendir. Fakat tüm pankreas kanseri vakalarında bunlar bulunmayabilir, hasta hiçbir risk faktörüne sahip olmasa da pankreas kanserine yakalanabilir” dedi.
İleriki dönemlerde kendini belli ediyor
Pankreas kanserinin erken evrelerde kendini fark ettirmediği, ancak hastalık ilerledikçe bazı şikâyetlere yol açtığını ifade eden Prof. Dr. Oğuzhan Karatepe, “İleri aşamalarda karın veya sırt ağrısı, nedensiz kilo kaybı, iştahsızlık, sarılık, sindirim problemleri, yeni gelişen veya kontrolsüz diyabet, idrarda koyulaşma ve dışkı renginde değişiklik pankreas kanseri belirtileri arasında yer alır. Bu hastalığın tanısında kan testleri, ultrason, bilgisayarlı tomografi, MR, endoskopik ultrasonografi (EUS) gibi görüntüleme yöntemleri ve biyopsi uygulanır. Ayrıca EUS yöntemiyle görüntüleme yapılırken biyopsi de alınabilir” dedi.
Pankreas Kanserini Temizlemek İçin Whipple Yöntemi
Teşhis konulduktan sonra hastalığın tedavi sürecine karar verildiğini belirten Prof. Dr. Oğuzhan Karatepe, pankreas kanserinde Whipple cerrahisinin kullanıldığını söyledi. Prof. Dr. Oğuzhan Karatepe, Whipple hakkında şunları söyledi:
“Whipple, pankreasın baş kısmında yer alan tümörlerin çıkarılması amacıyla yapılır. Hastalık ileri aşamalarda tespit edildiği için tümörlerin bulunduğu bölgeyi tamamen temizlemek ve kanserin yayılma riskini azaltmak için tercih edilen bir yöntemdir. Bu yöntem robot destekli olarak da yapılabilir. İşlem sırasında pankreasın başı, oniki parmak bağırsağı, safra kesesi ve bazen mide kısmı çıkarılır.”
Whipple Kimlere Uygulana Nilir?
Whipple cerrahisinin herkese uygulanmadığını vurgulayan Prof. Dr. Oğuzhan Karatepe, “Pankreas kanserinin sadece pankreasın başında ve çevre dokulara yayılmamış olması, kanserin diğer organlara veya uzak bölgelere sıçramamış olması ve cerrahi olarak tümörün çıkarılabilir olması bu işlem için önemli kriterlerdir. Bu yöntem, pankreas kanserinin erken evrelerinde ve tümörün lokalize olduğu durumlarda önemli bir tedavi seçeneği olarak kabul edilir. Bu cerrahi müdahale, hastanın yaşam süresini uzatabilir ve kanserin daha fazla yayılmasını engelleyebilir” dedi. Ancak cerrahi sonrasında hastaların genellikle bazı zorluklarla karşılaşabileceğini belirten Prof. Dr. Oğuzhan Karatepe, “Pankreasın bir kısmı çıkarıldığı için sindirim enzimlerinin üretimi etkilenebilir. Bu durum, özellikle beslenme ve sindirim problemlerine yol açabilir. Hastalar, sindirim güçlükleri nedeniyle genellikle sindirim enzimleri kullanmak zorunda kalabilirler ve diyetlerini yeniden düzenlemeleri gerekebilir. Bu nedenle cerrahiden sonra düzenli takip, beslenme desteği ve sindirim sistemi izlenmesi büyük önem taşır” açıklamalarında bulundu.
KAYNAK: Kardeş Haber
Prof. Dr. Oğuzhan Karatepe’den karın ağrısı ve nedensiz kilo kaybı hakkında bilgiler – MİZAÇ

KIZILAY KAN MERKEZİ’NİN DÜZENLEDİĞİ KAN BAĞIŞI KAMPANYASINA SERDİVAN’DAN DESTEK: BİR CAN BİR HAYAT

Serdivan Belediyesi Ve Kızılay Kan Merkezi Azalan Kan Stoklarını Arttırmak İçin Bir Kampanya Başlatıyor
Serdivan Belediyesi Hizmet Binası önüne kurulacak olan kan bağış aracında 24 Ocak Cuma günü 10.00 – 17.30 saatleri arasında gönüllü bağışçıları misafir edecek.
“Birbirimize Can Oluyoruz”
Yetkililer, kan kampanyalarının önemine değinerek, verilen her ünite kanın en az üç kişinin hayatını kurtardığını belirtti; azalan kan stoklarının tekrar eski seviyelerine ulaşması için tüm vatandaşların gönüllü kan bağışçısı olmaları için çağrıda bulundu.
KAYNAK: Dark Haber Ajansı
https://darkhaberajansi.com.tr/serdivan-belediyesi-ve-kizilay-kan-merkezinden-ortak-kampanya/


Doç. Dr. Bilgehan Sezgin Asena, gözlerini çok ovuşturan bireyler görme bozukluğuna neden olan keratokonus hastalığı açısından risk grubunda yer verildiğini söyledi.
Hastalığın 15-25 yaş arasında başladığını belirten Asena, keratokonus hastalığının erken yaşta fark edilmesinin zor olduğunu dile getirdi.
Hastalık hakkında bilgilendirme yapan Doç. Dr. Bilgehan Sezgin Asena, “Keratokonusun bir gençlik hastalığı olduğunu söyleyebiliriz. Genellikle 15-25 yaş arasında başlamakta ve ilerlemektedir. Ancak 15 yaşından önce de görebilmekteyiz.Keratokonus bir kornea hastalığıdır. Kornea gözün en önünde yer alan saydam tabakadır. Keratokonus hastalığında bu tabakada sivrilme ve incelme olmaktadır. Bu sivrilme ve incelme ilerleyicidir ve görmenin giderek kötüleşmesine sebep olur. Bu hastalıkta korneanın yapısal bir şekil bozukluğu söz konusudur. Keratokonus kelimesi de konikleşmiş kornea anlamına gelmektedir. Yaygınlık açısından 2 bin kişide bir rastlanmaktadır” diye konuştu.
ERKEN TEŞHİSİN FAYDALARI
Keratokonusun sebebinin ne olduğunu tam olarak bilinmediğini söyleyen Doç. Dr. Asena, şunları söyledi: “Hastalık 35- 40’lı yaşlara kadar ilerlemekte ve bu yaşlardan sonra kendi kendine durmaktadır. Keratokonusun nedeni tam olarak bilinmemektedir. Bu hastalığa yatkınlık oluşturduğunu bildiğimiz en önemli faktör alerjik göz yapısına bağlı sürekli göz ovuşturulmasıdır. Keratokonuslu kişiler genellikle alerjik göz yapısında insanlardır ve küçüklükten beri sürekli göz ovuşturma hikayesi vardır. Ancak burada korneanın yapısal bir göz bozukluğu söz konusudur. Sürekli gözü ovuşturma tetikleyici olabilse de asıl sorun korneanın yapısal bozukluğudur. Bu hastalığın tam olarak genetik bir hastalık olduğunu söyleyemeyiz. Yatkınlık olmakla birlikte yapılan araştırmalarda hastaların ancak yüzde 10 ile yüzde 20 arasında genetik olarak gelmiştir”
KERATOKOSUN İÇİN TEDAVİ YOLU: ÇAPRAZ BAĞLAMA
Çapraz bağlama (cross linking) tedavisiyle hastalığın ilerleyişi durdurulabildiğini belirten Doç. Dr. Bilgehan Sezgin Asena, tedavide erken tanının önemli olduğunu dile getirdi.
Doç. Dr. Asena sözlerine şöyle devam etti: “Çapraz bağlama tekniğiyle özel bir damla kullanılarak ve ultraviyole ışınları uygulanarak kornea dediğimiz dokunun sağlamlaştırılması gerçekleştirilebiliyor. Bu sağlamlaştırma sayesinde korneadaki ilerleyici incelme ve sivrilmeyi durdurabiliyoruz. Tedavinin yüzde 90’ın üzerinde başarı oranı var. Bunun için hastalığın çok ilerlememesi gerekiyor ve erken tanı önemli. Mevcut durum korunduktan sonra görmeyi artırmak için gözlük veya lens kullanımı erken dönemde faydalı olabiliyor. Daha çok sert kontak lensler görme seviyesini artırabiliyor. Son dönemde keratokonusa özel hibrit lensler üretilmiştir ve bunlar da hastalarda iyi sonuçlar elde edilebilmektedir. Lens kullanamayan hastalara korneal halka ameliyatı önermekteyiz. Bu ameliyatla görmede lensin yarattığı etkiye benzer bir sonuç elde edilebilmektedir. Çok ileri olgularda ise tedavi seçeneği keratoplasti adını verdiğimiz kornea nakli ameliyatıdır”
KAYNAK: Dark Haber Ajansı
https://darkhaberajansi.com.tr/gozlerini-cok-ovusturanlar-keratokonus-riski-tasiyor/


GÖZLERİ AŞIRI OVUŞTURMAK, KERATOKONUS RİSKİNİ ÇOĞALTIYOR
UZMANLARIN UYARDIĞI “UYUZ” TEHLİKESİ İÇİN GELENEKSEL YÖNTEMLER YETERSİZ OLACAK

Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Galip Ekuklu, Covid döneminde alınan tedbirlerin unutulmasıyla birlikte, özellikle kış aylarıyla birlikte yükselişe geçen bulaşıcı hastalıklardan uyuz gibi vakaların yeniden görüldüğünü söyledi. Uyuz tedavisinde aktarlardan alınan kremler kullanmak gibi geleneksel yöntemlerle başa edilemeyeceğinin altını çizen Ekuklu, "Çünkü bu bir parazit. Nasıl bir bakteri, bir virüsü yok etmek için, ona yönelik bir tedavi kullanıyorsak bu da bir parazit. Dolayısıyla bu paraziti, herhangi bir aktardan alınabilecek bir şeyle çözemeyiz" dedi.
ÇOCUKLAR ÖNEMLİ RİSK GRUBUNDA
Uyuz hastalığının insanlara rahatsızlık veren, kaşıntıyla seyreden bir deri hastalığı olduğunu belirten Ekuklu şu ifadelerde bulundu:
"Parazitler ciltte incecik küçük tüneller kazarak cilt altından ilerliyorlar ve parmak araları başta olmak üzere vücudun pek çok yerinde kaşıntıya neden oluyor. Bu kaşıntılar özellikle geceleri çok artıyor ve insanları, özellikle çocukları çok rahatsız ediyor.
Her yaş grubunda olabilecek bir paraziter hastalık, aşısı yok. Dolayısıyla ancak kişisel birtakım önlemlerle bundan korunmak mümkün olabilir. Bu mevsimlerde temel artış nedeni kapalı alanlarda geçirilen zamanın fazla olması. Risk grupları daha çok çocuklar, öğrenciler, huzurevlerinde yaşayan büyüklerimiz, toplu yaşam alanlarında, sıkışık yaşam alanlarında kolay bulaşabilen bir hastalık. Dolayısıyla öncelikli olarak bu gruplarda daha çok ortaya çıkıyor."
"Ortak kullanılan her şeyde bulaşıcılık fazladır"
Günlük yaşamda kullanılan eşyalarla temasla bulaşıcılığının mümkün olduğuna dikkat çeken Prof. Dr. Ekuklu sözlerine şöyle devam etti:
"Mesela AVM'lerdeki yürüyen merdivenlerin kenarındaki kolçaklar, lastikler ya da bir toplu taşımada işte tutacaklar, oradaki metal ya da kauçuk her neyse o tutacağı daha önce bir uyuzlu tutunmuşsa, temas etmişse, arkasından gelen kişiye kolaylıkla bulaşabiliyor. Özellikle deri gibi sandalyelerde, her türlü koltukla, her yerde, ortak kullanılan her şeyle bulaşma olasılığı var.
Bir giyim mağazasında daha önce denenmiş bir kıyafeti, bir başkası denediğinde o yolla da bulaşabilecek bir hastalık. O nedenle de birincisi çok bulaşıcı olması, ikincisi çok yaygın görülebilmesi bir anda çok ciddi artışlara neden olabilir. 2-6 hafta arasında bir sürede yürüyor bu parazit. Dolayısıyla temas ettikten bir buçuk ay sonra insanlarda bu hastalığın semptomları, belirtileri görülebilir."
UYUZDAN KORUNMA YOLLARI
Uyuz tedavisinde, geleneksel yolların bir noktaya varmayacağını söyleyen Prof. Dr. Ekuklu şu ifadeleri dile getirdi:
"Geleneksel yöntemlerle herhangi bir şeyi sürerek bununla başa çıkamayız. Çünkü bu bir parazit. Nasıl bir bakteri, bir virüsü yok etmek için, ona yönelik bir tedavi kullanıyorsak bu da bir parazit. Dolayısıyla bu parazit, herhangi bir aktardan alınabilecek bir şeyle falan çözemeyiz. İşte o zaman kronikleşir ve başkalarına da bulaşır. Eğer böyle bir şey varsa, tedavisi olan basit bir hastalık ve bir hekime başvurmak gerekir. Bunun için illa cildiye uzmanı olması gerekmez. Herhangi bir aile hekimi arkadaşımız da meseleyle kolaylıkla başa çıkabilir. Tedavisi de son derece kolay. Bulaşmayı önlemek burada en büyük prensip. Birinde varsa diğerlerinden onu kıyafetini, havlusunu, saç fırçasını, tarağı, vesairesini ayırmak ve bunları sıcak ve sabunlu suyla yıkamak gerekiyor. Eğer yıkayamıyorsanız ki bazı şeyler vardır, yıkanamıyordur. O zaman onları bir poşete koyarsınız, bir hafta boyunca hava almayacak şekilde tutabilirsiniz."
KAYNAK: t24
https://t24.com.tr/haber/uzmanindan-uyuz-uyarisi-geleneksel-yontemlerle-basa-cikamayiz,1225317




Tennessee’de Kanser Hastaları İçin Yeni Bir Dönem Başlıyor

Geçtiğimiz yıl bazı kanser hastaları şaşırtıcı bir teklif aldı. Hastalar saatlerce uzaklıktaki onkoloji uzmanlarıyla görüntülü görüşme yapmak yerine, Jonas Brothers ve diğer ünlülerin konserlerde ve canlı etkinliklerde yansıtıldığı aynı özel efektler sayesinde bir hologram doktoru görebileceklerdi.
Heyecan yaratan teklif Tennessee, Mississippi ve Arkansas’taki 12 lokasyonda yılda yaklaşık 19.240 yeni hastaya hizmet veren ve yaklaşık 61 doktor çalıştıran bir sağlık sistemi olan West Cancer Center & Research Institute’tan geldi.
Video Görüşmeleri Artık Hologramlı
Doktorlar genelde her hafta daha kırsal yerlerdeki hastaları görmek için uydu kliniklere gitmek için saatlerini yolda geçiriyor ve aynı zamanda kontroller için büyük ölçüde video konferansa güveniyor.
Şimdi, bu kliniklerden ikisi, video konferansları bir sonraki seviyeye taşımak için sektörler arası bir girişimin parçası olarak, video görüşmelerini gerçek boyutlu hologram benzeri ekranlarla değiştiriyor
Germantown Kliniğinde 3D
Kurulum şu şekilde işliyor: Doktorlar Germantown kliniğindeki küçük bir prodüksiyon stüdyosundan ışınlanıyor ve uydu kliniklerindeki belirlenmiş muayene odalarında gerçek boyutlu kutularda görünüyorlar.
Kutuların ön yüzü düz, net bir 4K LCD ekranla kaplı ve içerideki özel bir aydınlatma kurulumu düz görüntüye üç boyutlu bir görünüm kazandırıyor.
Fakat hastalar doktorlara hologram olarak yansıtılmıyor. Kliniklerde kamera aracılığıyla iletişime geçiliyor.
Dr. Sylvia Richey Değerlendirmesi
Hologram sistemi Corinth, Mississippi ve Paris, Tenn. kliniklerinde kullanılmaya başlandı. Batı Kanser Merkezi’nin baş tıbbi sorumlusu ve tıbbi onkoloğu Dr. Sylvia Richey ışınlama hakkında değerlendirmelerde bulundu.
“Vücut dilimi, el hareketlerimi anlayabiliyorsunuz, aktarılabilen bir ifade var ve tahmin edebileceğiniz gibi onkoloji ziyaretinde bu çok önemlidir. Vücudunuzun çılgınca parçaları eksik değil, gerçekten harika.” dedi.
“Hastayı bir döküntüyü, bir yumruyu veya bir sorunu fark edecek kadar iyi görebiliyorum. Her şeyi hissedemiyorum. Ancak çoğu zaman ihtiyacımız olan tek şey bu oluyor” sözlerinde bulundu.
KAYNAK: Kardeş Haber

AVRUPA’DA KIZAMİK KRİZİ ARTIŞA GEÇTİ, TEHLİKE ALARMLARI ÇALIYOR

Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ve UNICEF, Avrupa’daki kızamık vakalarının geçen yıla göre iki katına çıkmasıyla son 27 yılın en yüksek seviyesine ulaştığını bildirdi.
WHO’nun açıklamalarına göre, 2024 yılında yaklaşık olarak 127 bin kızamık vakası kaydedildi. Avrupa Bölgesin de ve Orta Asya’ya kadar uzana 53 ülkeden oluşan vakalar endişe verici seviyeye ulaştı. WHO Avrupa Bölge Direktörü Hans Kluge, “Kızamık geri döndü ve bu bir uyarı işareti” dedi. Kluge, aşılama oranlarının çoğalmadığı sürece halk sağlığının güvende olamayacağını vurguladı. Almanya’da Robert Koch Enstitüsü (RKI), 25 Eylül 2024 itibarıyla toplam 553 kızamık vakası kaydetti. Ancak bildirilen enfeksiyon sayıları diğer zamanlara göre büyük dalgalanmalar gösteriyor. 2020-2023 yılları arasında vakalar genellikle tek ve iki haneli sayılarda seyrederken, pandemi öncesi dönemde (2012-2019) yıllık vaka sayıları 165 ile 2 bin 500 arasında değişiyordu.
Hastane’deki Vakaların Yarısı Tedavi Sürecinde
WHO verilerine göre, en çok kızamık vakası Romanya’da kaydedildi. Bu ülkede yaklaşık 30 bin vaka bildirilirken, onu 28 bin vaka ile Kazakistan takip etti. Kızamık, dünya çapında insanların kolaylıkla yakalanabileceği en bulaşıcı hastalıklardan biri olarak kabul ediliyor. Virüs, neredeyse tüm korunmasız kişilerde semptomlara neden oluyor. Ateş ve kırmızı döküntü gibi tipik belirtilerin yanı sıra, beyin iltihabı gibi hayati tehlike gibi problemlerde ortaya çıkabiliyor. Bu problemler, ilk semptomların geçmesinden seneler sonrasında bile görülme olasılığı mevcut. Avrupa’da kaydedilen kızamık vakalarının yaklaşık yüzde 40’ını beş yaşın altındaki çocukları etki altına aldığı görülüyor. Vakaların yarısında hastane tedavisi gerekirken, hafif enfeksiyonların daha az bildirildiği tahmin ediliyor. Kızamık genellikle bir çocuk hastalığı olarak biliniyor fakat, aşı olmayan yetişkinlerin de bu hastalığa yakalanma olasığı yüksek. 2024 yılı için 6 Mart itibarıyla 38 ölüm vakası bildirildi.
PANDEM DE AZALIŞ!
Avrupa’da kızamık vakaları, 1997’de 216 binin üzerinde iken 2016’da 4 bin 440’e kadar düşmüştü. Ancak 2019’da vaka sayısı 100 binin üzerine ulaştı. Koronavirüs pandemisi sırasında vakalarda bir düşüş olsa da, 2023’ten itibaren vakalar yeniden hızla artmaya başladı. WHO, pandemi sürecinde aşılama oranlarının düştüğünü ve birçok ülkenin pandemi öncesi seviyelere henüz geri dönemediğini belirtti. Bu durum, hastalık salgınları riskini artırdığına dikkat çekti.
KAYNAK: Hürriyet
https://www.hurriyet.com.tr/avrupa/avrupada-alarm-kizamik-geri-dondu-en-yuksek-seviyede-42728288
15.03.2025

ORUÇLUYKEN AĞIZDA OLUŞAN KOKUNUN GEÇMESİNE NE FAYDA EDER?

Ramazan ayında beslenme düzeninin değişmesiyle birlikte ağız kokusu başta olmak üzere bazı farklı sebepler ortaya çıkar. Ağız ve diş sağlığı için yapılması gerekenleri Ağız ve Diş Sağlığı Uzmanı Dt. Aydan Gürcan tarafından anlatıldı.
Ramazan ayında beslenme aralıklarının ve biçimin değişiminden sebep, ağız ve diş bakımında da dikkate alınması gereken bazı değişiklikler vardır. Ağız hijyenine gösterdiğimiz özen bu dönemde mutlaka artırılmalıdır. Beslenme biçimimizde farkında olmadan gerçekleşen ufak değişiklikler, ağız ve diş sağlığını olumsuz yönde etkileyebilir.
İftar ve sahurda şekerli tatlılar, gazlı içecekler ve asitli yiyeceklerin tüketimi artabilmektedir. Şeker ve asitler diş minesine zarar verirler.
Gün içinde diş fırçalanmadığı için yemek kalıntıları ağızda daha uzun süre bulunur. Sahurdan ve iftardan sonra diş fırçalamadan uyumak, bakterilerin gece boyunca artmasına sebep olur. Ayrıca gün içinde su tüketilmediği için tükürük üretimi azalır ve tükürüğün dişleri temizleyen doğal savunma mekanizmasından faydalanamayız. Tüm bu nedenlerle çürük riski çoğaltır. Ağız kokusu ve ağız kuruluğu da orucun sosyal hayata da dokunan önemli etkenlerinden biridir.
Tüm bu sorunları göz önünde bulundurunca alındığında yapılması gerekenler şöyle sıralayabiliriz:
✔ Sahur ve iftar sonrası dişler fırçalanmalı
✔ Özellikle ağız kokusu şikayetine karşın, gün içinde de macunsuz bir şekilde dişler fırçalanabilir.
✔ İftar sonrası şekersiz sakız çiğnenebilir. Sakız tükürük salgısını artırır ve ağız kokusunu azaltır.
✔ Sahurda bol su içilmelidir.
✔Aşırı tuzlu ve baharatlı yiyeceklerden kaçınılmalıdır. Bunlar gün içinde susuzluğu artırır.
✔ Diş ipi kullanarak diş aralarındaki yemek artıklarını temizlenmelidir.
✔ Dil temizliği yapılmalıdır. Çünkü dilin üzerinde kötü kokuya neden olan bakteriler birikebilir.
✔ Soğan, sarımsak gibi keskin kokulu yiyecekleri azaltılmalıdır.
✔ Yoğurt tüketmek ağız kokusunu azaltabilir.
✔ Maydanoz ve nane çiğnemek de nefesi ferahlatır.
✔ Aç karnına kahve ve asitli içeceklerden kaçınılmalı.
✔ Sahurda lifli ve protein ağırlıklı beslenilmeli.
✔ Su, süt veya bitki çaylarının tüketimi artırılmalı.
✔ Yoğurt gibi kalsiyum açısından zengin gıdalar tüketilmeli.
Ramazan öncesinde diş hekimi kontrolüne gitmek çürük veya diş eti problemlerini erken tespit edilmesine yardımcı olur.
KAYNAK: Sağlık Haber Ajansı
https://www.saglikhabergazetesi.com/orucluyken-agiz-kokusu-nasil-engellenir-agiz-hijyeni/
15.03.2025


Uzmanlar uyardı! 6 il için ücretsiz test

Türkiye’de giderek artan SMA (Spinal Müsküler Atrofi) vakalarını önlemek için çiftlerin test yaptırmaları gerekiyor. Akraba evliliğinden kaynaklanan hastalık, doğumdan itibaren kasların hareketini engelliyor.
Uzmanlar tarafından evlenecek çifltere SMA hastalığı farkındalığı konusunda uyarı yapıldı. Erken tanı noktasında gelişmiş tarama laboratuvarlarında dikkat çeken Seyhan Devlet Hastanesi Genel Laboratuvar Sorumlusu Uzm. Dr. Serhan Seyrek, 6 ilde aileler için ücretsiz test yapıldığını söyledi. Ülke genelinde yaygınlaşan SMA hastalığı özellikle akraba evliliklerinde yoğun olarak görülen hastalık, genetik geçişli ve doğuştan bebeklerin kas hareketlerini kısıtlıyor ve ilerideki zamanlarda solunum sorunlarına yol açabiliyor.
En yüksek riskli bölgeler Çukurova ve Doğu Akdeniz
Akraba evliliklerinin yoğun olduğu Çukurova ve Doğu Akdeniz bölgesindeki evliliğe hazırlanan çiftlere, SMA taşıyıcılık testi yaptırmaları önemle tavsiye ediliyor. Uzmanlar erken tanı sayesinde hastalıklı bebek doğumunun önlenebileceği ve masraflı ve zorlu tedavi süreçleri ile uğraşmak zorunda kalmayacaklarını söylüyor. Adana’da kurulan Bölge SMA Tarama Laboratuvarı ile birlikte bu 6 ilde yaşayan çiftlere ücretsiz test ve danışmanlık hizmeti sunuluyor. Seyhan Devlet Hastanesi Genel Laboratuvar Sorumlusu Uzm. Dr. Serhan Seyrek, ”Adana, Hatay, Kahramanmaraş, Osmaniye, Mersin ve Kilis olmak üzere 6 ilde hizmet veriyoruz. Bu bölgelerde akraba evlilikleri oldukça fazla ve çıkan SMA taşıyıcılığı oranları Türkiye ortalaması üzerinde. Bu nedenle evlenmeyi düşünen her çiftin mutlaka SMA testi yaptırması gerekiyor.” diyerek uyardı.
Seyhan Devlet Hastanesi Genel Laboratuvar Sorumlusu Uzm. Dr. Serhan Seyrek ise numuneler laboratuvara geldikten 3 gün sonra sonuçlarının çıktığına vurgu yaparak, “Bu laboratuvarımız Ankara’daki merkez laboratuvarın ardından Türkiye’de açılan ilk laboratuvardır. Biz bu laboratuvarda 6 ilin taramasını yapıyoruz. Mersin’den Kilis’e kadar olan 6 ilimizin taramasını yapıyoruz. Daha hızlı sonuç vermeye çalışıyoruz. 1 ayda 3 bin 88 numune çalıştık. Şüpheli olan numuneler Aile Sağlığı Merkezleri’ne bildirilerek geri dönüş alıyoruz. Sonuçları 3 gün içerisinde veriyoruz. Daha önce 81 ilin numunesi Ankara merkez laboratuvarına gidip sonuç süreleri daha uzunken biz bunu 3 güne kadar indirmiş bulunmaktayız” dedi.
KAYNAK: Kardeş Haber
Uzmanlar uyardı! 6 il için ücretsiz test – Önce Haber
15.03.2025

Diyabet Hastası Hamileler ve Ramazan: Oruç Tutmak Risk Barındırıyor Mu?

Halk arasında şeker hastalığı olarak bilinen diyabet, kan şekerini düzenleyen insülin hormonunun yeterince üretilmediği ya da üretilen bu insülinin vücutta kullanılamadığı durumlarda meydana geliyor. Ramazan ayında özellikle diyabet hastalarının oruç tutmadan önce mutlaka doktorlarına danışmaları gerektiğini söylüyor Anadolu Sağlık Merkezi Hastanesi’nden Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Fulya Akın, “İnsülin takviyesi alanların oruç tutması, kan şekeri seviyesinde ciddi dalgalanmalara yol açabileceği için riskli olabilir,” dedi.
Hamile ya da böbrek rahatsızlıklarına sahip hastalar için bu durumun daha kritik olduğu vurgusunda bulunan Anadolu Sağlık Merkezi Hastanesi’nden Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Fulya Akın, “Kan şekeri dalgalanmaları anne ve bebek sağlığını tehlikeye atabileceğinden, uzun süre susuz kalmak da böbrek fonksiyonlarını kötüleştirebileceğinden hamilelik veya böbrek yetmezliği gibi durumlara sahip diyabetlilere oruç tutmayı önermiyoruz. Ek olarak böbrek hastalığı olan kişilerde şeker düşüklüğü eğiliminin fazla olduğu da bilinmeli” dedi.
DİYABETLİLER İÇİN UZUN SÜRELİ AÇLIK RİSKLİ
Tip 1 ve kontrolsüz tip 2 diyabet hastalarının da oruç tutmamaları gerektiğini belirten Prof. Dr. Fulya Akın, “Tip 1’de insülin kullanılması zorunludur ve uzun süre aç kalmak da kan şekerinin çok düşmesine (hipoglisemi) ya da çok yükselmesine (hiperglisemi) yol açabilir.
Ayrıca, diyabetin ciddi ve ölümcül bir komplikasyonu olan ketoasidoz adında tehlikeli bir durum da ortaya çıkabilir. Kontrolsüz Tip 2’de ise gün içinde sık sık kan şekeri düşüşü veya yükselmesi yaşanıyorsa ya da HbA1c değeri çok yüksekse aynı şekilde oruç tutulmamasında fayda var” ifadelerini kullandı.
KAYNAK: Sağlık Haber Gazetesi
https://www.saglikhabergazetesi.com/diyabet-hastasi-hamilelerin-ramazanda-oruc-tutmasi-riskli/
16.03.2025


MEVSİMSEL DEPRESYONLA MÜCADELE’NİN EN ETKİLİ YOLLARI

Mevsimsel değişiklikleri sadece hava sıcaklığını değil, aynı zamanda ruh halimizi de etkileyebilir. Özellikle sonbahar ve kış aylarında yaygın şekilde görülen mevsimsel depresyon, nadir bir şekilde olsa da yaz aylarında görülme ihtimali mevcuttur. Prof. Dr. Işıl Göğcegöz, mevsimsel depresyonun belirtilerini, sebeplerini ve etkili başa çıkma stratejilerini ele aldı.
Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve İstatistiksel El Kitabı’nda (DSM-5) mevsimsel özellikli Majör Depresif Bozukluk” olarak tanımlanan “Mevsimsel Depresyon” değişen mevsimle birlikte ortaya çıkan depresif belirtileri içermektedir.
Havaların soğuduğu ve günlerin kısalmaya başladığı sonbahar ve kış aylarında daha fazla görülür ve depresif belirtiler, mevsim yeniden bahara ve yaza döndüğünde kendiliğinden ortadan yok olmaktadır. Genellikle “Kış Tipi Depresif Bozukluk” olarak tanımlanır. Ancak bazen yazın başladığı dönemlerde depresif belirtilerin yaşandığı formu da daha nadir olsa da görülebilmekte ve “Yaz Tipi Depresif Bozukluk” olarak bilinir.
SIKLIKLA GÖRÜLMEYE BAŞLAYAN MEVSİMSEL DEPRESYON
Prof. Dr. Göğcegöz, kış depresyonunun gün ışığı eksikliğinden, yaz depresyonun ise uyku-uyanıklık sürecinin bozukluğundan kaynaklandığını belirterek açıklamalarına devam etti. Mevsimsel Depresyon görülme sıklığı yaşanılan bölge ile bağlantısı vardır. Sıcak iklime sahip bölgelerde yaz tipi depresyon yaygınken, soğuk iklime sahip bölgelerde yaşayanlarda kış tipi depresyon görülme sıklığı çok daha fazla olduğu gözlenmektedir.
Örneğin bir araştırmada Hollanda’da kış tipi depresyonu görülme oranı %3 yaz tipi depresyonu görülme oranı yüzde 0.01, Tayland’da yaz tipi depresyonunun görülme oranı yüzde 6 civarı iken kış tipi depresyonu görülme oranı yüzde 1 civar bildirilmiştir.
‘Mevsimsel depresif bozukluk belirtileri depresyonun tipine göre değişebilmektedir. Günün çoğunluğunda depresif duygu durum, geçmişte zevk alınan aktivitelerden zevk alınmaması ve ilgi kaybı, düşük enerji, halsizlik, umutsuzluk, değersizlik hissi, konsantre olmakta güçlük çekme, ölüm veya intihar düşünceleri genel görülebilen ortak belirtiler iken;
Kış Tipi Depresyonda;
• Aşırı uyku (hipersomni)
• Aşırı yemek
• Sosyal geri çekilme
Yaz Tipi Depresyon’da
• Uykusuzluk
• İştahsızlık, kilo kaybı
• Çabuk sinirlenme, öfke, ajitayon
• Huzursuzluk, anksiyete mevcuttur.
KIŞ TİPİ DEPRESYONLA BAŞ ETME YOLLARI
Prof. Dr. Gözcegöz, kış aylarında depresif belirtilerini en aza indirgemek için doğal ışığa çıkmanın önemine verdi. ‘’Ne kadar gün ışığı alırsanız o kadar iyidir. Doğal ışığa çıkmak ve yaptığınız aktiviteleri gün içinde yapmaya çalışmak depresif belirtilerinizi azaltır. Özellikle gün ışığı ile direkt temas önemlidir. Bu nedenle gün içinde yürüyüş veya imkanınız yoksa çalıştığınız ortamda gün ışığı ile temas etmeye çalışmak iyi gelecektir,’’ dedi.
Prof. Dr. Gözcegöz, evde kullanılan ampulleri daha parlak olanlarıyla değiştirmenin de faydalı olacağını belirtti. ‘’Işık terapisi yöntemi bu hastalarda bir tedavi yöntemi olarak kullanılmaktadır. Bir psikiyatri uzmanı kontrolünde 30 ila 60 dk sürebilen ışık terapisi uygulanabilir.
Gece uykunuza dikkat etmek, kışın karanlığa uyandığımız günlerde ışığı açarak güne başlamak, proteinden zengin, karbonhidrattan fakir beslenmek, mineral ve vitamin desteğini ihmal etmemek çok önemlidir.’’ dedi.
YAZ TİPİ DEPRESYONLA BAŞ ETME YOLLARI
Uyku-uyanıklık sürecine dikkat etmek, uyuduğunuz odada karartma perdeleri kullanmak, mümkünse loş veya karanlık ortamlarda vakit geçirmek depresif belirtilere iyi gelmektedir. Sıcak hava, en büyük tetikleyicilerinden biri olduğu için mümkün oldukça serin alanlarda hatta klima olan yerlerde vakit geçirmeyi tercih edebilirsiniz. Eğer tüm bu önlemlere rağmen belirtiler artıyorsa ve intihar düşünceleri eşlik ediyorsa vakit kaybetmeden bir psikiyatri uzmanına başvurmak önemlidir.
KAYNAK: Sağlık Haber Gazetesi
https://www.saglikhabergazetesi.com/mevsimsel-depresyon-ile-etkili-basa-cikma-yontemleri/
16.03.2025

Kansere Hastalarına Umut! 9 Kişide Tam İyileşme Sağlayan Tedavi

Kişiye Özel Kanser Aşısı Böbrek Kanseri 9 Hastada Tam İyileşme Sağladı
Aşı Yale Üniversitesi öğrencileri tarafından böbrek kanseri hastalar için geliştirildi. Bu gelişme kanser tedavisi sürecide bir devrim niteliğinde! 2019 ve 2021 senesinde yapılan deneysel aşı çalışmaları 9 böbrek kanseri hastasının tümörlerini yok etti. Aşının denendiği hastaların izleme süreçleri sonucunda kanserin tekrar etme durumunun da olmadığı açıklandı.
Aşılar Hastalara Göre Tasarlandı
Aşılar her hastanın biyolojik özelliklerine uygun biçimde tasarlandı. Yale Üniversitesi ve Dana-Farber Kanser Enstitüsü iş birliğiyle üretilen aşının bağışıklık sistemini doğrudan tümöre yöneltmek için özelleştirildiğini belirtti. Bu yöntem sayesinde sağlılıklı hücreler tedavi sürecinde zarar görmüyor.
Çalışmanın baş yazarı olan Dr. David Braun ‘’Amacımız bağışıklık sistemini doğrudan hücrelere yönlendirmekti. Her bir hastaya özel olarak hazırlanan bu aşı, bağışıklık sisteminin yalnızca tümöre özgü mutasyonları tanımasını ve yok etmesini sağladı.’’ dedi.
Devrim Niteliğinde Bir Adım
Dr. Harriet Kluger ve ekibi tarafından yürütülen bu yeni nesil tedavi, özellikle agresif bir böbrek kanseri türü olan berrak hücreli renal hücreli karsinom (ccRCC) üzerinde etkili oldu.
Nature dergisinde yayımlanan araştırma sonuçlarına göre, hastaların hiçbirinde kanserin yeniden ortaya çıkmadığı belirlendi. Bu gelişme, kanser tedavisine yönelik bağışıklık sistemini harekete geçiren yeni nesil tedavilerin potansiyelini gözler önüne serdi.
Bilim insanları, kişiselleştirilmiş kanser aşılarının daha geniş hasta gruplarında test edilmesi gerektiğini vurguluyor. Tedavinin farklı kanser türlerinde de uygulanabilir olup olmadığı konusunda yeni klinik araştırmalar planlanıyor. Eğer ilerleyen aşamalarda da benzer sonuçlar elde edilirse, bu yenilikçi yöntem kanser tedavisinde standart bir uygulama haline gelebilir ve birçok hasta için daha etkili ve kalıcı bir çözüm sunabilir.
Kanserle mücadelede umut ışığı olan bu gelişmeler, tıp dünyasında büyük heyecan yaratırken, hastalar için de yeni bir dönemin başlangıcını müjdeliyor.
KAYNAK: Kardeş Haber
Kansere Hastalarına Umut! 9 Kişide Tam İyileşme Sağlayan Tedavi – Önce Haber
16.03.2025

SAĞLIK VE EĞİTİMDE MSD TÜRKİYE İLE GÖNÜLLÜLERİN GÜCÜNDEN FAYDALANIYOR

MSD Türkiye, sivil toplum aracılığıyla toplumda güçlendirilmesi gereken sağlık, eğitim ve çevre konularında aktif rol alıp etki yaratmayı amaçlayan “MSD Gönüllüyüz” oluşumunu hayata geçirdi. MSD çalışanlarının 40 saatlik gönüllülük sürelerine yönelik çeşitli etkinliklerle MSD Gönüllüyüz kapsamında gerçekleştirilecek gönüllü etkinliklerle, farklı ihtiyaçlara yönelik çözüm üretmeyi amaçlıyor.
MSD GÖNÜLLÜLERİ, TOPLUMUN GÜÇLENDİRMESİ GEREKEN ALANLAR İÇİN ÇALIŞMALARA İMZA ATIYOR
MSD’nin globalde benimsediği “Gives Back” anlayışı ve sürdürülebilirlik stratejisi doğrultusunda, çalışanların gönüllülük faaliyetlerini daha verimli yönetmelerini sağlayacak yeni bir platform hayata geçirildi. MSD Gönüllüyüz, MSD Sosyal Akademi’nin devamı niteliğinde olup, uygulamaya ve aktiviteye odaklanan bir yapıya sahip olacak.
MSD’nin sosyal sorumluluk anlayışı ve MSD Gönüllüyüz platformu hakkında açıklamada bulunan MSD Türkiye Bölgesi Genel Müdürü Sandra Khoury, taahhütlerine şu şekilde ifade etti:
“MSD olarak, sorumlu bir şekilde çalışmaya ve hizmet ettiğimiz insanlara ve topluluklara değer yaratmaya kararlıyız. Stratejik çerçevemiz, güvenli, sürdürülebilir ve sağlıklı bir geleceğe olan bağlılığımızı simgeler. Bu doğrultuda, sağlık hizmetlerine erişimi genişletmeye ve sağlıklı bir yaşamı kurtarma ve iyileştirme amacımızı sürdürülebilir bir şekilde gerçekleştirmeye, en yüksek etik ve bütünlük standartlarıyla hareket etmeye kararlıyız.”
MSD’nin sosyal sorumluluk projelerinden biri olan “MSD for Mothers (Anneler için MSD)” küresel bağış programı kapsamında, Türk Aile Sağlığı ve Planlama Vakfı (TAPV), Hatay İl Sağlık Müdürlüğü iş birliğiyle, Şubat 2023’teki depremden etkilenen 7000 kadın ve kız çocuklarına danışmanlık ve farkındalık amacıyla bir proje başlattı. Bu proje ile kadınlara ve kız çocuklarına danışmanlık, farkındalık ve eğitim alanlarında doğrudan psikososyal destek verilmekte.
MSD, “MSD Gives Back” anlayışı doğrultusunda STK’larla iş birliği yaparak sağlık, eğitim ve çevresel sürdürülebilirliği desteklemeye ve hizmet sağladığı topluluklarda olumlu bir etki yaratmaya devam ediyor.
KAYNAK: Sağlık Haber Gazetesi
https://www.saglikhabergazetesi.com/msd-turkiye-saglik-ve-egitimde-gonulluleri-bulusturuyor/
17.03.2025


ZAYIFLATAN VE KANSERDEN KORUYAN ETKİ: TAM KARARINDA TÜKET, DOZUNU KAÇIRMA

Son birkaç yıldır herkes tarafından tüketilmeye başlanan yeşil kahve uzmanlarında dikkati çekiyor. Kavrulmuş kahve çekirdeklerinden elde edilen yeşil kahve, fazlası zarar olsa da tam kararında tüketildiğinde inanılmaz fayda da bulunuyor. Hem kansere karşı koruyucu oluyor hem de zayıflamanıza fayda sağlıyor. İşte yeşil kahvenin faydaları…
Son yıllarda sağlıklı yaşam trendleri arasında adını sıkça söz ettiren yeşil kahve, uzmanlar tarafından önerilmeye devam ediyor. Kavrulmamış kahve çekirdeklerinden elde edilen bu mucizevi içecek, bağışıklığı güçlendirmekten yağ yakımına kadar birçok etkisi vardır. Ancak, fazlası tüketildiğinde zararı dokunulduğunda, dengeli tüketim olduğunda güçlü bir şekilde hissediliyor.
BAĞIŞIKLIK SİSTEMİNDEKİ GÜÇ ARTIYOR
Diyetisyenler, yeşil kahvenin içeriğindeki klorojenik asit sayesinde vücudu serbest radikallerden koruduğunu ve bağışıklık sisteminin güçlendiğinin vurgusunu yapıyor. Özellikle toksin atıcı etkisiyle vücudu ardındırarak hastalıklara karşı kalkan mekanizması üstleniyor. Enfeksiyonlara ve kansere karşı koruyucu özellikleri olduğu bilinen bu antioksidan zengini kahve, sağlıklı bir yaşam için beslenme düzenine rahatlıkla eklenebilir.
ŞEKER EMİLİMİNİ AZALTIYOR, ZAYIFLAMAYA DESTEK VERİYOR
Uzman Diyetisyen Tuğba Yaprak, yeşil kahvenin şeker emilimini yavaşlattığını bilimsel olarak kanıtlandığını belirtiyor. Yaprak, "Klorojenik asit içeriği sayesinde kan şekerini dengeleyerek ani açlık krizlerini önler. Bu da kilo verme sürecine olumlu katkıda bulunur" diyerek yeşil kahvenin diyet yapanlar için destekleyici bir içecek olduğunu söylüyor.
YAŞLANMAYI YAVAŞLATIYOR, HÜCRELERİ CANLANDIRIYOR
Yeşil kahve, kavrulmuş kahveye göre daha fazla antioksidan barındırıyor. Bu içerikte, hücre yenilenmesini destekleyerek yaşlanma belirtilerini yavaşlatıyor. Serbest radikallerin vücutta oluşturduğu tahribatı azaltan yeşil kahve, cildin daha genç ve sağlıklı görünmesine de katkı da bulunuyor.
YEŞİL KAHVE HAZIRLANMA SÜRECİ
Yeşil kahvenin hazırlanışı oldukça basittir. 1 çay kaşığı yeşil kahveyi cezveye koyup üzerine sıcak su ekleyin. İyice karıştırdıktan sonra 2 dakika bekletin. Ardından süzgeç yardımıyla bardağa süzüp içebilirsiniz. Günde düzenli bir şekilde 1 fincan tüketildiğinde, hem yağ yakımını destekler hem de bağışıklığı güçlendirir.
DENGEYİ SAĞLAYIN ÇÜNKÜ FAZLASI ZARAR
Uzmanlar, her besin gibi yeşil kahvede de aşırı tüketimin sakıncalı olabileceğinin dikkatini çekiyor. Günlük 2 fincanı geçmemek, hem sağlıklı kalmak hem de olası yan etkilerden korunmak için önem taşıyor. Doğru miktarda tüketildiğinde ise yeşil kahve hem sağlığınıza hem de formunuza katkıda bulunur.
KAYNAK: Karar
17.03.2025

Erkenden Beyazlayan Saçların Nedenleri

Araştırmalara göre 50 yaşına gelindiğinde nüfusun yüzde 50’sinin saçlarının griye döndüğünü gösteriyor. Bunun ise sadece genetik faktörlere ya da strese bağlı değil.
Erken yaşta saç beyazlamasının birçok nedeni olabilir.
Sebeplerine bakıldığında ise; kalıtsal, psikolojik nedenler, birtakım hastalıklar, vitamin eksikliği, hava kirliliği ve sigara maruziyeti görülüyor.
EN YAYGIN NEDENLER
1. Genetik Faktörler
Ailede erken beyazlayan bireyler varsa, bu durum genetik olabilir.
Eğer anne veya babanın saçları genç yaşta beyazlamışsa, sende de benzer bir durum görülebilir.
2. Stres ve Psikolojik Faktörler
Yoğun stres, vücudun oksidatif stres seviyesini artırarak melanin üretimini azaltabilir.
Uzun süreli duygusal sıkıntılar da saç beyazlamasına katkıda bulunabilir.
3. Vitamin ve Mineral Eksiklikleri
B12 Vitamini Eksikliği:
Melanin üretimini etkileyerek saç beyazlamasına neden olabilir.
Bakır, Çinko ve Demir Eksikliği:
Saçın pigmentasyonunu sağlayan enzimlerin çalışmasını olumsuz etkileyebilir.
4. Otoimmün Hastalıklar
Bağışıklık sistemi saç köklerine saldırarak pigment kaybına neden olabilir.
Vitiligo veya alopesi gibi hastalıklar saç beyazlamasını hızlandırabilir.
5. Hormon Dengesizlikleri
Tiroid bezi ile ilgili sorunlar (hipotiroidi veya hipertiroidi) saçın erken beyazlamasına yol açabilir.
6. Sigara ve Zararlı Alışkanlıklar
Sigara içmek, oksidatif stresi artırarak saç köklerine zarar verir ve erken beyazlamaya neden olabilir.
7. Kimyasal Ürünler ve Saç Boyaları
Ağır kimyasallar içeren saç ürünleri saç köklerine zarar vererek beyazlamayı hızlandırabilir.
KAYNAK: Kardeş Haber
Erkenden Beyazlayan Saçların Nedenleri – ANSAS HABER
17.03.2025


YORGUN UYUNMANIN ARDINDAKİ NEDENLER: GERÇEK UYKU MİKTARI NE KADAR OLMALI

Eğer ki bu yazıyı okuyorsanız muhtemelen dün gece ‘biraz’ uyumuşsunuzdur. Yeterince dinlenmiş hissediyor musunuz? Uzmanlar bunun es geçilmeyecek önemli bir konu olduğunu söylüyor.
Çoğumuz hayatımızın üçte birini uyku ile geçiriyoruz, ancak herkesin uyku saati değişebilir. Gecede sekiz saatten daha fazla ya da daha az uykuya ihtiyaç duyulabilir. İhtiyaç duyuları saat sayısı yaşamınız boyunca değişir; bebekler ve çocuklar daha fazla uykuya ihtiyaç duyarken, 65 yaş ve üzeri bireyler yedi ila dokuz saatten daha az uyuyarak işlevlerini yerine getirebilir.
UYKU SÜRESİ DEĞİL, KALİTESİ DAHA ÖNEMLİ
AP'nin haberine göre uyku, sağlığımız için ne kadar hayati olsa da hala tam olarak anlaşılmamıştır. Stanford Üniversitesi'nde uyku uzmanı olan Dr. Rafael Pelayo, “Nedenleri tam olarak açık değil, ancak hepimizin yaptığı önemli bir şey” dedi ve şöyle devam etti: “Uyuduğunuzda olağanüstü bir şey oluyor. Bu, sahip olduğumuz en doğal öz bakım biçimidir”
Johns Hopkins'te davranışsal uyku tıbbı klinisyeni olan Molly Atwood, ise çoğu insanın yedi ila dokuz saat arasında uyuduğunu ve bu uyku süresinin sağlık sorunlarıyla en düşük ilişkiye sahip olduğunu söyledi.
UYKU SÜRESİ: 6 SAATTEN AZ VE 9 SAATTEN FAZLA UYUYANLAR
Atwood, insanların altı saatten az ya da dokuz saatten fazla uyuduklarında, sağlık sorunları riskiyle karşılaşabileceklerini söyledi. Ancak, herkesin uyku ihtiyacı farklı olduğunu söyledi.
Pelayo, ne kadar uykuya ihtiyacınız olduğunu çözmeye çalışırken, uykunun kalitesi hakkında düşünmenin önemli olduğunu da belirtti: “Gerçekten yapmak istediğiniz şey, yenilenmiş hissederek uyanmaktır - mesele budur”
Pelayo, “Eğer birisi bana saatlerce uyuduğunu ama yorgun uyandığını söylüyorsa, bir şeyler yanlış demektir. En sevdiğiniz restorandan aç hissederek ayrılmamalısınız” dedi.
NE MİKTAR DA UYKUYA İHTİYAÇ DUYDUĞUMUZ DEĞİŞİYOR
İhtiyacımız olan uyku miktarı hayat boyunca farklılık gösterir. Yeni doğanlar gün içerisinde en çok 14 ila 17 saat arasında bir süreye ihtiyaç duyarlar.
Atwood, “Kesinlikle bebekken ve çocukken, çok hızlı büyüdüğümüz için, çok daha fazla uykuya ihtiyacımız var” ifadelerini kullandı.
Ulusal Uyku Vakfı, 26 ila 64 yaş arasındaki yetişkinlerin için yedi ila dokuz saat arasında uyku öneriyor. 65 yaş ve üzeri kişiler biraz daha az, 16-25 yaş arası genç yetişkinler ise biraz daha fazla uyuyabilir.
İnsanlar kabaca her 90 dakikada bir uyku evrelerinden geçerler. Atwood, gecenin ilk bölümünde bu döngünün daha çok yavaş dalgalı uyku veya derin uyku olduğunu ve bunun vücudun onarılması ve yenilenmesi için gerekli olduğunu söyledi. Bu aynı zamanda “büyüme hormonunun” salgılandığı vakittir.
Gecenin ilerleyen saatlerinde uykuda kalmanın büyük bir kısmı hızlı göz hareketi uykusu ya da rüya uykusu olarak adlandırılır. Rem uykusu, öğrenme ve hafıza konsolidasyonu ya da kısa süreli hafızanın uzun süreli hafızaya dönüştüğü süreç için önemli olan uykuda geçer.
Atwood, çocukların daha fazla “derin uyku” uyuduğunu ve gecenin yaklaşık %50'sinin bu bölüm de geçtiğini söyledi. Atwood, ergenlik döneminde bu oranın düştüğünü, çünkü vücudumuzun aynı tür onarım ve restorasyona ihtiyaç duymadığını söyledi.
Ergenlik döneminde ilginç bir şey daha oluyor: Uykuda cinsiyete dayalı farklılıklar ortaya çıkmaya başlıyor.
KADIN VE ERKEK İÇİN UYKU SÜRESİ FARKLI MIDIR?
Atwood, araştırmaların sonucunda kadınların daha fazla uykuya ihtiyaç duyduğunu göstermediğini, ancak kadınların ortalama bir biçimde erkeklerden biraz daha fazla uyuduğunu belirtti.
Bu durum ise, genç yaşlarda başlıyor. Pelayo, aynı uyku ihtiyaçlarına sahip olmalarına rağmen, genç kızların genç erkeklerden daha az uyuduğunu söyledi. Ayrıca, genç kızlar uykusuzluktan daha sık şikayet etme eğiliminde.
UC Berkeley'de uyku üzerine çalışan bir klinik psikolog ve profesör olan Allison Harvey, kadınlar ilk kez anne olduklarında, genellikle gece boyunca yeni doğan bebeklerle daha sık ilgilenirler, bu da daha az uyku anlamına gelir, dedi.
Hormonların artış gösterdiği, hamilelik ve menopoz dönemlerinde kadınların uyku miktarını ve kalitesini etkileyebilir.
Uyku konusunda uzmanlaşmış Mayo Clinic nöroloğu Dr. Mithri Junna, “Özellikle menopozla birlikte, kadınların gece uyanma sayısı ve süresinde artışla birlikte uykularında bozulma gelişebilir” dedi.
Atwood, kadınların adet döngülerinden hemen önce de daha fazla uykuya ihtiyaç duyabileceklerini söyledi ve şöyle devam etti:
“Vücudunuzun size daha fazla uykuya ihtiyacınız olduğunu söylediği zamanlar kesinlikle vardır. Dinlemek önemli”
UYKUYA DALMAKTA ZORLUK ÇEKİYORSANIZ, YARDIM ALMANIN ZAMANI GELDİ Mİ?
Kendinizi huysuz, sinirli ve dikkatsiz hissettiğinizde yeterince uyumadığınızı fark edebilirsiniz. Uzun vadede, bu küçük semptomlar ciddi sağlık sorunlarına, hatta ölümcül sorunlara dönüşebilir.
Atwood, “Yeterince uyumuyorsanız ya da tedavi edilmemiş uykusuzluk veya uyku apneniz varsa, depresyon riskiniz artar. Yüksek tansiyon, kalp krizi ve felç riski gibi kardiyovasküler sorun riskiniz artar. Bağışıklık sisteminiz tehlikeye girer.
Alzheimer için daha büyük risk altındasınız” şeklinde konuştu.
Her gece önerilen miktarda uyumanıza rağmen yine de yorgun hissederek uyanıyorsanız, ilk iş olarak doktora gitmeyi düşünebilirsiniz.
KAYNAK: Gazete Oksijen
18.03.2025


Alerjik rinit sezonu bu yıl beklenenden erken açtı. Uzmanlar, sosyal medyada vaka sayılarındaki artışa dikkat çekerken, kullanıcılar Ekşi Sözlük’te alerjik rinitin hayatlarını nasıl zorlaştırdığını ‘Hayatımı zindan etti’, ‘Perişan oldum’, ‘Yoruldum’, ‘Bıktım’ gibi ifadelerle paylaşıyor. Dahası, daha önce alerjik rinit yaşamamış olanlar bile bu yıl hastalığın etkilerini hissediyor. Bazı besinler ise hastalığı tetikliyor. Konuyu İç Hastalıkları Uzmanı Dr. Sedat Irmak ile mercek altına aldık.
Alerjik rinit sezonu, bu yıl beklenenden daha erken başladı. Uzmanlar, X platformunda‘100 hastadan 50’sine yakınına rinit tanısı koyuyoruz’ şeklinde açıklamalarda bulunarak, durumun ciddiyetine ve hastalığın yayılma hızına dikkat çekiyor.
Öte yandan Ekşi Sözlük’teki kullanıcılar alerjik rinitin hayatlarını zorlaştırdığını dile getirirken, ‘Hayatımı zindan etti’, ‘Perişan oldum’, ‘Yoruldum’, ‘Usandım’, ‘Bıktım’ gibi ifadelerle duygularını paylaşıyor.
* Gerçekten de bu rahatsızlık, bireylerin yaşam kalitesini önemli ölçüde düşürüyor mu?
* Genellikle alerjik rinit belirtilerinin yoğunluğu nisan sonu veya mayıs başında görülürken, bu yılki erken başlangıcı nasıl yorumlamak gerekiyor?
‘YETİŞKİNLER ARASINDA YÜZDE 30’UNU ETKİLERKEN, ÇOCUKLARDA DAHA FAZLADIR’
İç Hastalıkları Uzmanı Dr. Sedat Irmak, “Alerjik rinit toplumda çok yaygın görülen bir sağlık problemi. Yapılan çalışmalarda yetişkinlerin yüzde 30’unu etkilediği tahmin ediliyor. Çocuklarda bu oran daha da yüksek” dedi ve ekledi:
“Benim de gözlemim alerjik rinite bağlı şikâyetleri olan hastaların başvuru sıklığının son zamanlarda ciddi şekilde arttığı yönünde. Bu sayı artışında en önemli etken alerjik rinit sezonunun başlamış olması. Buna ek olarak basit viral enfeksiyonlar da alerjik rinit tablosunu taklit edebilir veya tetikleyebilir. Bu iki durumun kesiştiği bir dönemde olmamız sebebiyle de alerjik rinit yakınmalarıyla başvuran hasta sayılarında artış yaşanıyor.”
ERKEN BAŞLAMA SEBEBİ NEDİR?
Genel olarak yoğunluk nisan sonu ya da mayıs başından itibaren başlardı. Bu yıl ise mart itibariyle yoğunluk başladı.Bu duruma neyin sebep olduğunu değinen Dr. Sedat Irmak, “Mevsimsel alerjik rinit ağaç veya çimlerden salınan polenlerle, tozlarla veya dış ortamdaki küflerle tetiklenir. Çevresel etkilerle doğrudan ilişkilidir. Kış mevsiminin son bulması ve sıcaklık artışlarıyla beraber havadaki alerjen miktarı artar. Bu yıl henüz mart ayının ilk yarısında yüksek hava sıcaklıklarına ulaşılması alerjik rinit şikayetlerinin artmasında en önemli faktör gibi görünüyor. Yine bu dönemde ülkemiz üzerinde etkili olan Afrika kaynaklı çöl tozlarının da bu sayı artışı ile ilgili olduğunu düşünüyorum” ifadelerini kullandı.
ÖNCEDEN ALERJİSİ OLDUĞU BİLİNMEYEN MADDELER KARŞI YENİ BİR ALERJİ OLUŞABİLİR
Sosyal medyada, daha önce alerjik rinit sorunu yaşamamış olan ve bu yıl ilk kez bu durumla karşılaşan kişilerin paylaşımları da var. Bu durumu nasıl açıklayabiliriz?
Bu soruma “Genel olarak alerjiler herhangi bir yaşta, herhangi bir kişide, herhangi bir alerjene karşı başlayabilir. Kişilerin daha önce alerjisinin olmadığını bildiği bir şeye karşı da alerjisi ortaya çıkabilir” cevabını veren Dr. Sedat Irmak, şöyle devam etti:
“Rinit üzerine yapılan çalışmalar gösteriyor ki tüm dünyada 90’lardan bu yana vaka sayılarında bir artış eğilimi mevcut. Sağlık hizmetlerine ulaşımın kolaylaşması, tedavi seçeneklerinin artması, rinit konusunda toplumsal farkındalığın artması gibi sebeplerden dolayı rinit tanısı alan hasta sayısı artıyor. Buna ek olarak küresel ısınma, özellikle büyük şehirlerde artan hava kirliliği, iklim değişikliği gibi sebeplerle de alerjik rinit vakalarının artma eğiliminde olduğu düşünülüyor.”
BU BELİRTİLERİ İHMALİN DE BULUNMAYIN
Dr. Sedat Irmak, alerjik rinite bağlı yaşam kalitesini ciddi şekilde etkilediğine dikkat çekti yaygın belirtilerini ise şöyle sıraladı:
“Burun akıntısı, burun tıkanıklığı, hapşırık, gözlerde yanma veya kaşıntı en sık karşılaştığımız bulgular arasında. Bunlara ek olarak, boğazda yanma veya kaşıntı hissi, kuru öksürük, göz kapaklarında şişlik gibi şikayetler de hastaların hayatını zorlaştırabiliyor.”
Gün içerisinde ardı ardına gelen hapşırık ataklarının kişileri zorladığını da söyleyen Dr. Irmak, “Burun tıkanıklığı, kişilerin fiziksel performansını belirgin şekilde düşürerek çabuk yorulmalarına sebep olur. Ayrıca gece uykusunda, tıkanan burun nedeniyle ağızdan nefes almak zorunda kalan hastalar horlamaya başlar. Bu da uyku kalitesini olumsuz etkileyerek, dinlenmemiş bir şekilde uyanmalarına ve gün boyunca sürekli yorgun hissetmelerine yol açar. İlk bakışta basit bir sorun gibi görünebilir ancak yaşam kalitesini büyük ölçüde bozabilir” ifadelerine yer verdi.
ALERJİK RİNTİN ÜÇ TİPİ BULUNMAKTA
Alerjik rinitin üç farklı tipi olduğunu belirten Dr. Sedat Irmak, “İlki mevsimsel alerjik rinit. Bu tip rinit, özellikle ilkbahar mevsimiyle birlikte, havadaki polen miktarının artışıyla ortaya çıkar ve şikayetler yaz boyunca devam edebilir. Sonbahar mevsimiyle birlikte ise şikayetler azalmaya başlar” dedi.
“İkinci olarak, mesleki alerjik rinit söz konusu. Bu tip alerji, kişinin çalışma ortamındaki alerjenlere bağlı olarak tetiklenir ve mevsimsel faktörlerden bağımsız olarak ortaya çıkar. Şikayetler yalnızca çalışırken görülür” diyen Dr. Irmak, son olarak şunları söyledi:
“Üçüncü tip ise yıl boyu süren rinit. Bu türde, ev akarı, ev tozu veya hayvan tüyleri gibi alerjenler ana tetikleyicilerdir. Alerji tiplerini ayırt etmek için, alerjinin ne zaman başladığı ve ne kadar sürdüğü önemli bir gösterge olacaktır.”
UZAK DURULMASI GEREKEN BESİNLER
“Bu dönemde histamin salınımını artıran veya histamin içeren besinlerden uzak durmak fayda sağlayabilir” diyen Dr. Sedat Irmak, “Alkol, çilek, domates, kuruyemişler, gıda boyası veya katkı maddesi içeren hazır gıdalar, muz, inek sütü gibi histamin salınımını artıran besinlerden uzak durulmalı” dedi.
Şikayetleri azaltmak için tüketmek gereken besinlere değinen Dr. Irmak, “Taze zerdeçal, taze zencefil, ıhlamur, sarımsak, ısırgan otu çayı, papatya çayı gibi besinler ve çaylar tüketmek hastaların şikâyetlerini azaltmaya yardımcı olabilir” şeklinde konuştu.
KAYNAK: Hürriyet
18.03.2025





GSK ve Oxford’dan kanser önleme için yeni iş birliği

GSK ve Oxford Üniversitesi, kanserin önlenmesine yönelik yenilikçi yaklaşımlar geliştirmek amacıyla GSK-Oxford Kanser İmmün Önleme Programı”nı hayata geçirdiklerini duyurdu. Bu yenilikçi iş birliği, GSK’nın bağışıklık sistemi bilimi uzmanlığını, Oxford’un kanser öncesi (prekanseröz) biyolojisi ve bağışıklandırma araştırmalarıyla güçlendiriyor.
Kanserin nasıl geliştiğine dair kritik içgörüler elde etmek ve bu bulgularda kanserde bağışıklama geliştirmek amacıyla translasyonel araştırmalara odaklanılacak çalışmada GSK, bu erken aşama araştırmaları desteklemek için üç yıl boyunca 50 milyon pound’a kadar yatırım yapmayı planlıyor.
KANSERİN ÖNLENMESİNDE YENİ YAKLAŞIMLAR
Oxford Üniversitesi’nin dünyaca ünlü kanser öncesi biyolojisi çalışmaları, kanserin nasıl oluştuğunu anlamada önemli bir rol oynuyor. Bu program, tümörlere özgü proteinlerin (neoantijenler) bağışıklık sistemi üzerindeki etkilerini inceleyerek, kanser hücrelerini hedefleyen yenilikçi tedavi yöntemleri veya aşıların geliştirilmesi için zemin hazırlıyor.
GSK’nın Bilimsel Operasyonlar Direktörü Tony Wood, “GSK ve Oxford Üniversitesi bilim insanlarının uzmanlıklarının ışığında ilişkilerimizi güçlendirmekten mutluluk duyuyoruz. “Prekanseröz” biyolojisi üzerine çalışarak ve bağışıklık sistemi bilimi konusundaki uzmanlıklarımızı birleştirerek kanser riski taşıyan bireyler için umut verici yeni yaklaşımlar geliştirmeyi hedefliyoruz,” dedi.
Oxford Üniversitesi Rektörü Prof. Irene Tracey ise, “GSK ile yaptığımız bu iş birliği, kanser araştırmalarında devrim niteliğinde bir adımı temsil ediyor. GSK ile aşı bilimi uzmanlarımız ve immün-onkoloji uzmanlarımızın birikimiyle, kanser aşılarının potansiyelini keşfetmeyi, kanserin önlenmesinde umut ışığı olabilmeyi amaçlıyoruz,” ifadelerini kullandı.
Birleşik Krallık Bilim ve Teknoloji Sekreteri Peter Kyle da programın önemine dikkat çekerek şu açıklamayı yaptı: “Kanser, her aileyi derinden etkileyen bir hastalık. Ancak dünya çapında öncü üniversiteler ve şirketler bir araya geldiğinde, bilim ve inovasyonla bu hastalıkla mücadelede önemli ilerlemeler kaydedilebilir.
GSK ve Oxford Üniversitesi’nin iş birliği, kanseri önleme konusundaki hedeflerimizi desteklerken aynı zamanda ekonomimize de katkı sağlayacaktır.”
KANSER ARAŞTIRMALARINA YÖNELİK SÜRDÜRÜLEBİLİR İŞ BİRLİĞİ
GSK ve Oxford Üniversitesi’nin 2021 yılında başlattığı “Moleküler ve Hesaplamalı Tıp Enstitüsü” iş birliği ile başlayan bu ortaklık, insan genetiği ve ileri teknolojilerden yararlanarak özellikle nörodejenerasyon alanında yeni ilaçların araştırma ve geliştirme süreçlerinin hızı ve başarısı konusunda ilerleme göstermiştir. Yeni projelerinde ise her iki kurum, uzmanlıklarını birleştirerek kanser biyolojisinde devrim yaratacak buluşların kapısını aralamayı hedefliyor.
KAYNAK: Kardeş Haber
GSK ve Oxford’dan kanser önleme için yeni iş birliği – ANSAS HABER
18.03.2025

BAĞIŞIKLIK SİSTEMİNİ ZAYIFLATAN ETKENLER: YANLIŞ VİTAMİN TERCİHİ

Kış aylarında çoğalan grip ve soğuk algınlığı vakalarıyla birlikte, bağışıklık sistemini güçlendirmek amacıyla vitamin kullanımını oldukça artış göstermektedir. Ancak uzmanlar, bilinçsiz vitamin tüketiminin önemli sağlık sorunlarına yol açabileceği konusunda uyarıda bulunuyor.
İç Hastalıkları Uzmanı Dr. İlhan Yıldırım, “Vitaminler vücut için .gereklidir, ancak ‘ne kadar çok, o kadar iyi’ anlayışı yanlış. Fazla vitamin tüketimi, bağışıklığı güçlendirmek yerine vücuda zarar verebilir” diyerek kontrollü bir şekilde kullanılmasına dikkat çekiyor.
FAZLALIĞI KADAR EKSİKLİĞİ DE BİR O KADAR TEHLİKE BARINDIRIYOR
Vitaminler, vücudun düzgün işleyişi için hayati öneme sahip olsa da gereğinden fazla alındığında toksik etkilere yol açabilir. Hatta yağda çözünebilen A, D, E ve K vitaminleri vücutta birikerek zararlı etkilere neden olabilir. Suda çözünen C ve B vitaminleri ise böbrekler aracılığıyla atılsa da aşırı dozda tüketildiğinde sağlık problemlerine yol açabilir.
AŞIRI VİTAMİN KULLAMININ AÇTIĞI SAĞLIK SORUNLARI
Dr. İlhan Yıldırım, bazı vitaminleri fazla kullanımında doğabilecek sağlık sorunlarını şu şekilde sıraladı:
• A Vitamini: Karaciğer hasarı, saç dökülmesi, baş ağrısı, kemik ağrıları.
• D Vitamini: Böbrek taşları, damar sertliği, kas güçsüzlüğü, böbrek yetmezliği.
• B6 Vitamini: Sinir hasarı, el ve ayaklarda uyuşma, denge kaybı.
• E Vitamini: Kanama riski, mide bulantısı, baş ağrısı, görme bozukluğu.
• C Vitamini: Böbrek taşı oluşumu, vücutta aşırı demir birikimi.
• K Vitamini: Kan sulandırıcı ilaçların etkisini azaltarak pıhtı riskini artırma.
SAĞLIKLI BİR BAĞIŞIKLIK SİSTEMİ İÇİN ETKİLİ ADIMLAR
Dr. İlhan Yıldırım, vitaminlerin yalnızca doktor tarafından belirlenen eksik olduğu durumlarda kullanılmasının gerektiğini belirterek, sağlıklı bir bağışıklık sistemi için şu önerilerde bulundu:
Dengeli ve doğal beslenme: Sebze, meyve, protein ve sağlıklı yağlar içeren bir diyet tercih edilmeli.
Düzenli egzersiz: Bağışıklık sisteminin güçlenmesine katkı sağlar.
Yeterli uyku: Bağışıklık hücrelerinin yenilenmesi için gereklidir.
Stres yönetimi: Kronik stres bağışıklığı zayıflatabilir, gevşeme teknikleri uygulanmalıdır.
Bilinçli vitamin tüketimi: Takviye almadan önce kan testi yaptırılmalı ve doktor önerisiyle kullanılmalıdır.
BİLİNÇSİZCE TÜKETİLEN VİTAMİN TAKVİYELERİ SAĞLIĞIMIZI TEHDİT EDEBİLİR!
Sağlıklı bir yaşam için, vitaminleri doğal besinlerde bulmak her zaman en güvenli yol olduğunu unutmayın.
KAYNAK: Sağlık Haber Gazetesi
https://www.saglikhabergazetesi.com/yanlis-vitamin-kullanimi-bagisiklik-sistemini-zayiflatiyor/
19.03.2025


BAŞ AĞRISINI ANINDA KESİYOR! BİR BARDAK BİLE YETERLİ OLACAKTIR

Baş ağrısı, günlük yaşamı olumsuz şekilde etkileyebilen yaygın bir sağlık sorunudur. Stres, yorgunluk, susuzluk veya uyku düzensizliği gibi çeşitli birçok farklı nedenlere bağlı olarak ortaya çıkabilir. Kimyasal ilaçlardan uzaklaşmak isteyenler için doğanın sunduğu mucizevi çözümler, baş ağrısını dindirmede etki edebiliyor. İşte doğal yöntemlerle baş ağrısını anında geçiren harika içecek!
Günlük hayatın temposu, stres, uykusuzluk ve düzensiz beslenme gibi faktörler baş ağrılarını kaçınılmaz bir şekle getirebiliyor. Özellikle masa başında uzun saatler çalışanlar, sık sık telefon ve bilgisayar ekranına maruz kalanlar için baş ağrıları ciddi bir sorun oluşturmaktadır. Çoğu kişi bu ağrıları hafifletmek için hemen ağrı kesicilere başvursa da, doğanın sunduğu mucizevi çözümlerle kimyasal ilaçlara gerek kalmadan da bu sorunun üstesinden gelmek mümkün. İşte sadece bir bardak bile içmenin baş ağrısını dakikalar içerisinde kesen doğal yollar!
ZENCEFİL VE LİMON: BAŞ AĞRILARINA KARŞI KUVVETLİ BİR MUCİZE
Zencefil, iltihap giderici özellikleri sayesinde baş ağrısını hafifletmede oldukça etkili bir bitkidir. Limon ise vücudun pH dengesini düzenleyerek migren ve tansiyon kaynaklı baş ağrılarını rahatlatmaya yardımcı olur. Bir bardak ılık suya bir tatlı kaşığı rendelenmiş zencefil ve birkaç damla limon suyu ekleyerek hazırlayacağınız bu karışım, baş ağrınızı dakikalar içinde hafifletecektir.
NANE ÇAYI’NIN RAHATLATAN ETKİSİ
Nane, kasları rahatlatıcı ve ferahlatıcı etkisiyle bilinir. Baş ağrısını hafifletmek için bir bardak sıcak suya birkaç dal taze nane ekleyerek demlenmesini bekleyin. Nane çayı, özellikle sinüzit nedeniyle baş ağrılarına karşı oldukça etkilidir. Ayrıca, bir damla nane yağı ile şakaklarınıza masaj yaparak ağrıyı daha hızlı bir şekilde giderebilirsiniz.
BOL SU İÇMEK AĞRILARIN AZALMASINA YARDIMCI
Baş ağrısının en yaygın sebeplerinden birisi de susuzluktur. Vücut yeterli miktarda su almadığında beyin dokuları hafifçe büzüşebilir ve bu durum ağrıya yol açabilir. Bu nedenle, gün içerisinde yeterince su tüketmek, baş ağrılarını önlemenin en basit ve doğal yollarından biridir. Sabah uyandığınızda bir bardak ılık su içerek güne başlamanız, vücudunuzun su seviyesini dengede tutmaya fayda sağlar.
PAPATYVA ÇAYI, STRES BAĞLANTILI AĞRILAR İÇİN MÜKEMMEL BİR ÇÖZÜM
Yoğun stres ve kaygı nedeniyle meydana gelen baş ağrıları için papatya çayı birebir çözümdür. Papatya, yatıştırıcı özelliği sayesinde sinir sistemini sakinleştirerek ağrıyı hafifletir. Gün içinde stresli anlar yaşadığınızda veya baş ağrısı hissettiğinizde bir bardak papatya çayı içerek doğal bir rahatlama sağlayabilirsiniz.
KAHVE VE LİMON: ETKİLİ VE HIZLI BİR KARIŞIMDIR
Kafein, kan damarlarını daraltarak baş ağrılarını hafifletmede etkili bir bileşendir. Ancak, kahveye birkaç damla limon suyu eklemek etkisini artırabilir. Bu karışım, özellikle düşük tansiyon kaynaklı baş ağrılarını hafifletmek için oldukça faydalıdır. Yine de aşırı tüketimden kaçınılmasında fayda vardır, çünkü fazla kafein alımı tam tersi bir etki yaparak baş ağrısını tetikleyebilir.
KAYNAK: Milliyet
https://www.milliyet.com.tr/galeri/bas-agrisini-sip-diye-kesiyor-bir-bardak-icmek-yeterli-7333663/1
19.03.2025





Sezaryen Doğum Nasıl Ortaya Çıktı? İlk Sezaryenin Testereyle Yapıldığı Doğru mu?

Sezaryen doğum, günümüzde birçok anne ve bebek için güvenli bir seçenek olarak görülse de, tarih boyunca oldukça farklı yöntemlerle uygulanmıştır.
Sezaryen doğum, günümüzde birçok anne ve bebek için güvenli bir seçenek olarak görülse de, tarih boyunca oldukça farklı yöntemlerle uygulanmıştır. Bu doğum yönteminin kökeni Antik Roma’ya kadar uzanır. Çoğu kişi, sezaryen doğumun adını Julius Caesar’dan aldığını düşünse de, bunun doğruluğunu kanıtlayan kesin bir tarihi bilgi bulunmamaktadır. Antik Roma’da, annesi doğum sırasında ölen bebeklerin hayatta kalması için rahmin cerrahi olarak açılması gerektiğine inanılıyordu. Ancak bu operasyonun çoğu zaman anne için ölümcül olduğu biliniyor.
İlk Sezaryen Doğumlar Nasıl Yapılıyordu?
İlk sezaryen doğumlar genellikle anne hayatını kaybettikten sonra bebeğin kurtarılması amacıyla yapılmaktaydı. O dönemde antiseptik koşulların olmaması ve anestezinin bilinmemesi nedeniyle, anne üzerinde yapılan cerrahi işlemler oldukça tehlikeliydi. 1500’lü yıllara kadar sezaryen doğumların büyük bir kısmı annenin hayatta kalmasını sağlamaktan çok, bebeği kurtarmaya yönelikti.
Testere İle Yapılan Sezaryen Doğum İddiası Doğru mu?
18. ve 19. yüzyıllarda, sezaryen doğum sırasında kullanılan yöntemler günümüzde kullanılan tekniklerden çok daha ilkel ve riskliydi. O dönemde simfizyotomi adı verilen bir prosedür uygulanıyordu. Bu yöntem, annenin doğum kanalını genişletmek için pelvisi kesmeyi içeriyordu. İşlem sırasında doktorlar ve cerrahlar, kemik testeresi gibi aletler kullanıyordu. Bu tür işlemler sezaryen doğumdan farklı olmakla birlikte, bazı durumlarda sezaryen ile birlikte de uygulanabiliyordu. Ancak bu yöntem, hem anne hem de bebek için büyük riskler barındırıyordu ve birçok ölümle sonuçlanıyordu.
Modern Sezaryen Doğum Nasıl Gelişti?
-
yüzyılın sonlarına doğru antiseptik tekniklerin ve anestezinin keşfi ile birlikte sezaryen doğum daha güvenli hale geldi. İşte sezaryenin gelişim süreci:
-
1846: Anestezinin keşfi sayesinde sezaryen doğum sırasında anneye bilinçli olarak müdahale edilebildi.
-
1860’lar: Antiseptik cerrahi tekniklerin uygulanmaya başlaması ile enfeksiyon oranı azaldı.
-
20. yüzyıl: Sezaryen doğum, acil tıbbi durumlarda hayati bir müdahale yöntemi haline geldi.
-
Günümüz: Sezaryen doğum, kontrollü koşullar altında ve modern tıbbın sunduğu imkânlarla güvenli bir şekilde gerçekleştirilmektedir.
KAYNAK: Kardeş Haber
Sezaryen Doğum Nasıl Ortaya Çıktı? İlk Sezaryenin Testereyle Yapıldığı Doğru mu? – ANSAS HABER
19.03.2025

KAN GRUBUNUN UNUTKANLIKLA ARASINDAKİ ROL: HANGİ GRUP UNUTKANLIĞI ARTTIRIR?

Bilim insanları, kan grubumuzun yalnızca fiziksel sağlığımızı değil, aynı zamanda zihinsel sağlığımızı da etkileyebileceğini ortaya konuldu. Yeni yapılan bir araştırma göre, AB kan grubuna sahip bireylerin hafıza kaybı ve bilişsel bozukluk riski açısından diğer gruplara kıyasla çok daha fazla etkilendiğini ortaya koydu.
HAFIZA KAYBINI ÇOĞALTAN: YÜKSEK FAKTÖR VIII SEVİYELERİ
Amerikalı bilim insanları tarafından gerçekleştirilen ve üç buçuk yıl süren bir araştırma, kan pıhtılaşmasında önemli bir rol oynayan Faktör VIII proteininin yüksek seviyelerinin, bilişsel bozulma riskini yüzde 24 oranında çoğaldığını ortaya koydu. Yapılan incelemeler, bu proteinin yüksek seviyelere sahip AB kan grubundaki bireylerin, bilişsel bozukluk yaşama ihtimalinin diğer gruplara göre iki kat daha fazla olduğunu belirtti.
ARAŞTIRMA SONUÇLARI ŞOK ETTİ: AB KAN GRUBU SONUÇLARI BÜYÜK RİSK TAŞIYOR
Yaklaşık 30.000 kişi üzerinde yapılan bir araştırmada, zamanla hafıza sorunları yaşayan 495 kişinin AB kan grubuna sahip olma olasılığının daha yüksek olduğu belirlendi. Neurology dergisinde yayımlanan bu dikkat çekici çalışma, hafıza kaybının en fazla hangi kan grubuna sahip kişilerde görüldüğünü ortaya çıkardı.
Bilim insanları, bu bulgular üzerinde, hafıza kaybı ve bilişsel bozukluk gibi problemleri önlemede kan grubunun da önemli bir rol oynadığını gözler üzerine seriyor.
KAYNAK: Haber Gazetesi
20.03.2025

FAZLA KABUS GÖRMEK DEMANS’IN HABERCİSİ OLABİLİR Mİ?

Hayatımızın çoğunu rüya görerek geçirmekteyiz. Yeni yapılan araştırmaya göre kötü rüyaların sadece uykumuzu değil, beynimizin sağlığını da etkileyebileceği belirtildi. Özellikle sık sık kabus gören erkeklerde demans riski 5 kat daha fazla
Hayatımızın üçte birini uykuda geçiriyoruz. Bu uyku süresinin dörtte biri ise rüya görerek geçiyor. Ortalama olarak yaşam süresi 73 yıl civarında olan bir insan için bu süre altı yıldan biraz fazla rüya görmeye denk düşüyor.
Ancak, rüya görmenin hayatımızda oynadığı merkezi rolüne rağmen, neden rüya gördüğümüz, beynin rüyaları nasıl yarattığı ve daha da önemlisi, rüyalarımızın sağlığımız, özellikle de beynimizin sağlığı üzerinde ne gibi bir önemi olabileceği hakkında hala çok az şey biliyoruz.
Lancet'in eClinicalMedicine dergisinde yayınlanan bir araştırma, rüyalarımızın beyin sağlığımız hakkında şaşırtıcı derecede bilgi ortaya koyabileceğini gösterdi.
Daha da önemlisi, orta veya ileri yaşlarda sıkça kötü rüyalar ve kâbuslar (uyanmanıza yol açan kötü rüyalar) görmenin, demans riskiyle ilişkili olabileceği ortaya çıktı.
Bu çalışma, ABD'de sağlık ve yaşlanma üzerine yapılmış üç büyük araştırmadan elde edilen veriler analizine dayanmakta.
Tüm katılımcılar çalışmanın başlangıcında demans hastalığına sahip değildiler ve orta yaşlı grup ortalama dokuz yıl, yaşlı katılımcılar ise beş yıl boyunca takip altındaydı.
Çalışmanın başlangıcında (2002-12) katılımcılar, ne sıklıkta kötü rüya ve kabus gördüklerini soran bir anket de dahil biz dizi soru cevaplattırdılar.
5 KAT DAHA RİSK BARINDIRIYOR
Çalışmanın başında kabus görme sıklığının yüksek olduğu katılımcıların bilişsel gerileme yaşama ve demans tanısı konma olasılığının daha yüksek olup olmadığını bulmak için veriler incelenmiştir.
Her hafta kabus gören orta yaşlı katılımcıların, takip eden on yıl içinde bilişsel gerileme (bunamanın öncüsü) yaşama ihtimalinin dört kat daha fazla olduğu, daha yaşlı katılımcılar ise demans tanısı konma olasılığının iki kat daha fazla olduğu tespit edildiği ortaya çıktı.
İlginç bir şekilde, kabuslar ile gelecekteki bunama arasındaki ilişki, erkekler için kadınlara kıyasla çok daha güçlüydü.
Örneğin, her hafta kabus gören yaşlı erkeklerin bunama geliştirme olasılığı, hiç kabus görmediğini belirten yaşlı erkeklere oranla beş kat daha fazlaydı.
Kadınlarda ise risk artışı sadece yüzde 41 civarındaydı.
Genel olarak bu sonuçlar, sık kabus görmenin demansın erken belirtilerinden biri olabileceğini ve özellikle erkeklerde hafıza ve düşünme sorunlarının, birkaç yıl hatta on yıllar öncesinden belirginleşebileceğini ortaya koydu.
Alternatif olarak, düzenli olarak kötü rüyalar ve kabuslar görmenin bunamanın bir nedeni olabileceğidir.
KAYNAK: Gazete Oksijen
https://gazeteoksijen.com/saglik/cok-kabus-gorenlerde-demans-riski-5-kat-yuksek-236655
20.03.2025

Ailelere uyarı! çocuklarınıza işitme testi yaptırın.

Kulak, Burun, Boğaz, Baş ve Boyun Cerrahisi Uzmanı Prof. Dr. Rauf Oğuzhan Kum, işitme kaybının zamanla ya da aniden gelişebileceğini söyledi. Teknolojinin gelişmesiyle işitme kaybına yönelik çeşitli tedavi yöntemlerinin kullanıldığını ifade eden Prof. Dr. Kum, işitme cihazlarının yardımcı olamadığı bazı hastalarda ise, koklear implantın kullanıldığını kaydetti.
Güven Çayyolu Cerrahi Tıp Merkezi Kulak, Burun, Boğaz, Baş ve Boyun Cerrahisi Bölümünden Prof. Dr. Rauf Oğuzhan Kum, yaptığı açıklamada, her yaşta görülebilen işitme kaybının çeşitli nedenlerle ortaya çıkabildiğini belirtti. Prof. Dr. Rauf Oğuzhan Kum, işitme kaybının doğumsal olabildiği gibi sonradan çocukluk çağında geçirilen ateşli hastalıklara bağlı aniden ya da aşamalı olarak da meydana gelebildiğini söyleyerek, “Doğuştan olan işitme kayıpları, çocukluk çağında geçirilen ateşli hastalıklar, bazı ilaç kullanımları, kafa içerisindeki tümör ve basılar, yaş (özellikle 45 yaş sonrası dönem), yüksek ses, kulakta meydana gelebilecek viral ya da bakteriyel enfeksiyonlar, genetik gibi nedenlerle işitme kayıpları her dönemde yaşanabiliyor. İşitme kaybındaki bazı belirtiler fazlasıyla tanı ve teşhiste belirleyici oluyor. Çocuğunuz seslere tepki vermiyorsa, konuşmasında gecikme veya bozukluk varsa, erişkinlerde çevrenizdeki insanlara sürekli cümlelerini tekrarlamalarını istiyorsanız, televizyon izlerken sesini diğer insanlara göre daha çok açarak izliyorsanız. Bunlar işitme kaybının gerçek belirtileridir ve vakit kaybetmeden bir kulak burun boğaz uzmanına görünmeniz gerekir” dedi.
“Her işitme cihazı fayda sağlamıyor”
Prof. Dr. Rauf Oğuzhan Kum, biyonik kulak ile ilgili şunları söyledi:
“‘Biyonik kulak’, yaygın olarak koklear implant olarak bilinen, işitme kaybı yaşayan kişilere işitme yeteneğini kazandıran ileri bir tıbbi teknoloji. Koklear implantlar, geleneksel işitme cihazlarından farklı olarak iç kulakta hasar görmüş ya da işlevini yitirmiş olan kısımları doğrudan bypass ederek, işitme sinirine elektriksel sinyaller gönderen cihazlar olarak biliniyor. Bu cihazlar, işitme cihazlarından yeterli faydayı alamayanlarda, her iki kulakta işitme kaybı yaşayanlarda, özellikle erken dönemde (1-2 yaş) işitme kaybı teşhisi konulan çocuklarda ve ileriki yaşlardaki bireyler için oldukça uygundur. Koklear implantlar, işitme kaybı yaşayan bireyler için devrim niteliğinde çözüm sunuyor. Hem çocuklarda hem de yetişkinlerde, işitme yetisini geri kazandırarak dil gelişimi, sosyal yaşam ve genel yaşam kalitesi üzerinde büyük bir etkiye sahiptir. İşitme kaybı yaşayan bireyler için bu teknolojiyi değerlendirmek, hayatlarını köklü bir şekilde değiştirebilir. Biyonik kulak dediğimiz sistemde ameliyat ile iç kulağa yerleştirilen iç parça ve bir mıknatıs ile üzerine yapışan dış parçadan oluşmaktadır. Ameliyat sırasında direkt olarak işitme sinirini uyaran silikon kılıf ile korunmuş elektrotlar salyangoz diye tanımlandığımız iç kulak organımıza yerleştirilir. Dış parça dışardan gelen sesleri alarak iç parçaya iletir. Buradan iç işlemci sesleri elektrik sinyaline çevirerek işitme sinirine direkt olarak ulaştırır. İşitme sinirinden aldığımız bu sinyaller beynimizde ilgili bölgelerde deşifre edilerek sesler algılanmış olur.”
“Çocuklarınız doğar doğmaz işitme testi yaptırın”
Prof. Dr. Kum, doğan her bebeğe rutin ve zorunlu işitme tarama testleri yaptırılması gerektiğini belirterek, “Eğer tarama testinde sorun olursa BERA gibi daha ileri testleri yaptırmak gerekebilir. İşitme testi ertelenmemelidir. İşitme kaybı ne kadar erken fark edilirse tedavide başarı şansı o kadar artmaktadır. Erken yaşta cihaz kullanma ve koklear implant ile çocuklar yaşıtları ile aynı performansı gösterebilmektedir. İleri yaşta ve sonradan olan işitme kayıplarında da klasik işitme cihazlarından fayda göremeyenlerde eğer tıbbi olarak
uygunsa biyonik kulak ameliyatı yapılabilir” dedi.
KAYNAK: Kardeş Haber
Ailelere uyarı! çocuklarınıza işitme testi yaptırın. – ANSAS HABER
20.03.2025



Omega-3 vitamini, insan sağlığı üstünde önemli bir role sahiptir. Beyin ve cilt sağlığına olan katkılarının yanı sıra, bu vitaminin yaşlanmayı geciktirici etkisi de oldukça fazladır.
İnsanlar, yaşlanmanın önüne geçmeyi uzun zamandır hayal ediyor. Bu konuda yapılan bilimsel incelemeler ise Omega-3 vitaminin önemine değiniyor. Bilim insanlarının yaptığıbir araştırmada, düzenli olarak Omega-3 alımının biyolojik yaşlanmayı yavaşlattığı bilimsel olarak kanıtlandı. Bu çalışmanın bulguları, Nature Aging dergisinde yayımlandı.
777 YAŞLI KATILIMCININ OLDUĞU DENEY GERÇEKLEŞTİRİLDİ
The Guardian'ın haberine göre, Harvard Üniversitesi ve Zürih Üniversitesi'nden bilim insanlarının da aralarında olduğu uluslararası bir araştırma ekibi, hücre ve organlardaki yaşa bağlı değişimleri inceleyen 3 yıllık bir çalışmada, 777 yaşlı İsviçreli bireyin klinik deney verilerinin analizini yaptı.
OMEGA 3 TÜKETEN BİREYLERDE YAŞLANMA SÜRECİ 4 AY’A KADAR YAVAŞLADI
Araştırmada, günlük bir gram Omega-3 takviyesi alan bireylerde, biyolojik yaşlanmanın, almayana kişilere kıyasla 4 aya kadar azaldığı görüldü.
OMEGA-3 TÜKETİMİNİN SAĞLIK ÜZERİNDEKİ FAYDALARI
Düzenli olarak Omega-3 almak, yaşlanma sürecini olumlu yönde etkileyebilir. Araştırmalar, Omega-3 yağ asitlerinin hücresel yaşlanmayı yavaşlatabileceğini ve genel sağlığa faydalı etkiler yaratabileceğini ortaya çıkarıyor.
İşte bazı önemli etkileri:
Telomer koruması: Telomerler, hücrelerin yaşlanma sürecini belirleyen DNA uçlarıdır. Omega-3, telomer kısalmasını yavaşlatarak hücresel yaşlanmayı geciktirebilir.
İltihap azaltıcı etki: Kronik iltihaplanma, yaşlanma sürecini hızlandıran temel bir faktördür. Omega-3, özellikle EPA ve DHA yağ asitleri sayesinde vücuttaki iltihap seviyelerini düşürür.
Beyin sağlığına destek: Omega-3, beyin hücrelerinin korunmasına yardımcı olur ve bilişsel gerilemeyi yavaşlatır. Alzheimer ve demans gibi hastalıkların riskini azaltma potansiyeline sahiptir.
Cilt sağlığını koruma: Omega-3, cildin elastikiyetini artırarak kırışıklıkların oluşumunu geciktirebilir ve cilt bariyerini güçlendirir.
Kalp ve damar sağlığı: Kalp sağlığını destekleyerek, yaşla bağlı kardiyovasküler hastalık riskini azaltır.
OMEGA-3 DOĞAL YÖNTEMLERLE ALINMAK İSTENİRSE
Omega-3 alımını doğal yollarla almak için somon, sardalya, ceviz, keten tohumu ve chia tohumu gibi besinleri tercih tüketebilirsin. Takviye kullanmak isterseniz, balık yağı ya da krill yağı gibi seçenekler de var ama kalitesine özen göstermeye dikkat etmek önemlidir.
D VİTAMİNİ VE DÜZENLİ EGZERSİZİN SAĞLIĞA ETKİSİ
Bilim insanları, D vitamini takviyesi alan ve haftada en az 3 kez 30 dakika boyunca egzersiz yapan bireylerin, daha büyük fayda elde ettiğine dikkat çekti.
OMEGA 3 TAKVİYESİ ALANLARININ SAĞLIK DURUMU DAHA GÜÇLÜ
Diğer yandan, araştırmacılar, Omega-3 içeren beslenme tiplerinin, iltihaplanmanın azalması, daha iyi eklem sağlığı, daha düşük kalp hastalığı, kanser ve demans riskiyle ilişkili olduğuna dikkat çekti.
ISPATLANDI
İngiltere'deki King's College London'da geriatrik tıp alanında araştırmalar görevlisi Mary Ni Lochlainn, konuya ilişkin yaptığı değerlendirmeside, şu ifadeleri kullandı:
“Bu basit ve oldukça düşük maliyetli müdahalelerin faydalı ve yaşlandıkça yetişkinler için uğraşmaya değer olduğuna dair artan kanıtlara katkıda bulunuyor.”
KAYNAK: En Son Haber
https://www.ensonhaber.com/saglik/duzenli-omega-3-vitamini-almak-yaslanmayi-geciktiriyor
21.03.2025



Tırnak Yeme Alışkanlığı Sorununu Çözmek İçin Yapay Zeka Tabanlı Akıllı Saat Uygulaması Tasarlandı

Karabük Üniversitesi’nden Doç. Dr. Eftal Şehirli ve doktora öğrencisi Abdullah Alesmaeil, tırnak yeme alışkanlığını engellemeye yönelik yapay zeka tabanlı bir akıllı saat uygulaması tasarladı. Sistemin, kullanıcıların el hareketlerini algılayarak tırnak yeme davranışını tespit ediyor ve sesli uyarılarla bu alışkanlığı bırakmasına destek olduğu bildirildi.
Karabük Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölümü’nden Doç. Dr. Eftal Şehirli ve doktora öğrencisi Abdullah Alesmaeil tırnak yeme alışkanlığını önlemeye yönelik bir çalışma gerçekleştirdi. Bu çalışma kapsamında yapay zeka tabanlı bir akıllı saat uygulaması tasarladı. Sistem, el hareketlerini algılayarak tırnak yeme davranışını tespit eder ve kullanıcıyı sesli uyarıyla biligilendirerek bu alışkanlığı bırakmasına yardımcı olur. Üç aşamalı bir analiz yöntemiyle çalışan uygulama, hareketi yüzde 93 doğruluk oranıyla belirleyerek yüksek bir başarı elde ediyor.
Doç. Dr. Şehirli, çalışmalarıyla ilgili şu bilgiyi verdi:
“Geliştirmiş olduğumuz proje tırnak yeme hastalığını tespit etmek adına bir akıllı saat uygulamasıdır. İnsanların yüzde 20 veya 30’unda bu hastalık görülmektedir. Onikafaji olarak da geçmektedir. Bu hastalığın çözümü ya cerrahi müdahaledir ya ilaç tedavisidir ya da manuel yöntemlerdir. Biz de akıllı saat uygulamasıyla birlikte insanlara bu konuda yardımcı olmayı hedefledik. Covit zamanında insanların elinin yüzüne gittiği bir uyarı vermek adına bir uygulama geliştirmiştik. Daha sonra tırnak yemeyi engellemek istedik. Projemiz 3 aşamadan oluşuyordu. Birincisi elin yüze gitmesi, hareketi ve üçüncüsü de sınıflandırmaydı. Yani tırnak yiyor mu yoksa kaşımamı yapıyor yoksa diğer olarak hitap edeceğimiz bir hareket mi yapıyor. Bu 3 ana aşamadan oluşmasının şöyle bir avantajı oldu. Direkt olarak tırnak yemeyi hedefleyelim, deyince başarı oranımız yüzde 10 seviyelerinde kaldı. 3 ayrı aşamaya bölmeyle beraber başarımız yüzde 90’ı geçti. Sitemimizin yüzde 93 bir başarı oranı var. Bu projede ben danışmanlık görevi üstlendim. Abdullah Alesmaeil isimli bilgisayar mühendisliğinde doktora yapan öğrencimle birlikte geliştirdim. Öğrencim aynı zamanda Dubai’de çalışmaktadır. Online toplantılar yaparak projeyi gerçekleştirdik. Uygulama akıllı saatimiz var ise eğer arka planda çalışıyor. Elimiz ağzımıza kontrolsüz bir şekilde gittiğinde birkaç saniye içerisinde alarm veriyor.”
KAYNAK: T24
21.03.2025

Dövme yaptırmak cilt kanseri ve lenfomaya yol açıyor mu?

Dövmenin cilt kanseri ve lenfoma ile doğrudan bir bağlantısı olduğuna dair kesin bilimsel kanıt olmasa da bazı riskler doğurduğu biliniyor.
Dövme yaptırmanın sağlığa etkisi araştırıldığında iki kanser türü ön plana çıkıyor.
Cilt kanseri, cilt hücrelerinin kontrolsüz büyümesi sonucu oluşan bir kanser türü. Genellikle ultraviyole (UV) ışınlarına maruz kalma en büyük risk faktörü olarak kabul ediliyor.
Lenfoma ise bağışıklık sistemimizin bir parçası olan lenfositlerin (beyaz kan hücreleri) kontrolsüz çoğalmasıyla ortaya çıkan bir kanser türü. Lenf düğümleri, dalak ve kemik iliği gibi lenfatik sistemin bileşenlerini etkiliyor.
Eğer şüpheli belirtiler varsa bir doktora başvurmak gerekiyor.
CİLT KANSERİ RİSKİ
Dövme mürekkebinde bulunan bazı kimyasallar (özellikle eski ve kalitesiz mürekkepler) potansiyel olarak kanserojen olabilir.
Güneş ışığına fazla maruz kalan dövmeli bölgelerde, cilt hasarı artabilir ve bu da cilt kanseri riskini dolaylı olarak artırabilir.
LENFOMA RİSKİ
Dövme mürekkebindeki bazı pigmentler lenf düğümlerine taşınabilir.
2022’de yapılan bazı araştırmalar, mürekkep partiküllerinin lenf düğümlerinde biriktiğini ve bağışıklık sistemini etkileyebileceğini gösterdiği biliniyor.
NASIL ÖNLEM ALINMALI?
Dövme yaptırıldığında karşılaşılabilecek riskler için öncelikle bilinçli ve dikkatli olmakta fayda var.
İlk etapta alınacak önlemler şöyle sıralanabilir:
-Kaliteli ve sağlık standartlarına uygun mürekkepler kullanan güvenilir stüdyoları tercih etmek.
-Dövme yapılan bölgeyi güneşten korumak.
-Vücutta şişlik, renk değişimi veya anormal büyüme fark edilirse doktora başvurmak.
CİLT KANSERİ TÜRLERİ
Bazal hücreli karsinom (BHK): En yaygın türdür, genellikle yavaş büyür ve nadiren yayılır.
Skuamöz hücreli karsinom (SHK): Daha agresif olabilir, erken tedavi edilmezse yayılabilir.
Melanom: En tehlikeli cilt kanseri türüdür, hızla yayılabilir ve ölümcül olabilir.
CİLT KANSERİ BELİRTİLERİ
-Yeni veya değişen benler,
-Kanayan, kabuklanan veya iyileşmeyen yaralar,
-Asimetrik veya düzensiz kenarlı lekeler.
LENFOMA TÜRLERİ
Hodgkin lenfoma (HL): Reed-Sternberg hücreleri adı verilen anormal hücrelerin bulunmasıyla ayırt edilir.
Non-Hodgkin lenfoma (NHL): Daha yaygındır ve birçok alt türü vardır.
LENFOMA BELİRTİLERİ
-Boyun, koltuk altı veya kasıkta ağrısız lenf bezi şişmesi,
-Gece terlemeleri,
-Açıklanamayan kilo kaybı,
-Sürekli yorgunluk.
KAYNAK: Kardeş Haber
Dövme yaptırmak cilt kanseri ve lenfomaya yol açıyor mu? – ANSAS HABER
21.03.2025

GECE SÜT TÜKETİMİNİN, SAĞLIK AÇISINDAN MUCİZE YARATACK ETKİLERİ

Gece uykusu, sağlığımız için son derece önemli kritik bir unsurdur. Ancak uyku kalitesini artırmak ve daha derin bir uyku almak için bazen küçük alışkanlıklar büyük farklar yaratabilir. Bu alışkanlıklardan biri de uyumadan önce süt içmektir. Yüzyıllardır farklı kültürlerde yatıştırıcı ve besleyici bir içecek olarak tercih edilen süt, sadece lezzetli bir içecek olmanın ötesinde, sağlığımıza birçok fayda sağlıyor. İşte uyumadan önce süt içmenin sağlık üzerinde yarattığı olumlu etkiler…
1. Uyku Kalitesini Arttırır Süt, içeriğindeki triptofan ve melatonin gibi maddeler sayesinde uykuya geçişi kolaylaştırır. Triptofan, serotonin destekleyerek zihnin rahatlamasına ve gevşemesine yardımcı olurken, melatonin vücudun biyolojik ritmini dengeleyerek uyku düzenini iyileştirir. Böylece daha derin ve kaliteli bir uyku çekmenize yardımcı olur.
2. Kas Onarımına Yardımcı Olur Süt, protein ve kalsiyum içeriğiyle oldukça zengindir. Özellikle spor yapanlar için gece boyunca kasların yenilenmesine destekleyen bu besin öğeleri, kasların gece boyunca yenilenmesine yardımcı olur. Böylelikle sabahları daha dinç ve rahat bir şekilde uyanabilirsiniz.
3. Bağışıklık Sistemi Güçlenir Süt, A, B12 ve D vitaminleri gibi önemli besin öğeleri bakımından zengindir. Bu vitaminler, bağışıklık sisteminin güçlenmesine yardımcı olur. Düzenli süt içmek, vücudun hastalıklara karşı daha dirençli hale gelmesine katkı sağlar.
4. Mideyi Rahatlatır Süt, mide asidini dengeleme özelliğine sahiptir. Özellikle yatmadan önce sıcak süt içmek, mideyi rahatlatabilir ve reflü ile mide yanması gibi sorunları önleyebilir. Bu nedenle, akşamları süt içmek sindirim sorunları yaşayanlar için faydalı bir alışkanlık olabilir.
5. Gece Açlık Hissini Bastırır, birçok kişi gece açlık hissiyle uyanıp atıştırma isteği duyabilir. Süt, bu açlık hissini bastırarak, gece boyunca fazla atıştırmalara engel olur. Ayrıca süt içmek, kilo kontrolü yapmak isteyenler için de faydalıdır çünkü gece geç saatte yapılan atıştırmaların önüne geçer ve fazla kalori alımını engeller.
KAYNAK: Haber Gazetesi
https://www.habergazetesi.com.tr/gece-sut-icmenin-sirri-sagliginiza-yapacagi-mucizeler
22.03.2025

BEL KAYMASI HER YAŞTA OLABİLİR! UZMANLAR UYARIDA BULUNUYOR

Uzmanlar, bel kayması olarak bilinen lomber spondilolistezisin omurganın dengesini bozarak bel ve bacaklarda ağrısı, uyuşma ve güçsüzlük gibi sorunlara yol açabileceğini belirtiyor. Bu sağlık sorununun her yaş grubundan meydana gelebileceğini vurguluyorlar.
GENETİK YATKINLIK VE SPOR YARALANMALARI ARASINDAKİ BAĞLANTI
Beyin, Sinir ve Omurilik Cerrahisi Uzmanı Op. Dr. Kemal Paksoy, çocukluk döneminde genetik yatkınlığın, ergenlikte ise spor yaralanmalarının bel kaymasına yol açabileceğini belirtti. İleri yaşlarda ise omurgadaki dejeneratif değişikliklerin bu riski artırdığına dikkat çeken Op. Dr. Paksoy, bel kaymasının genel nüfusta görülme sıklığının yüzde 3 ila 5 arasında olduğunu belirtti.
BELİRTİLERİ NASIL OLUR?
Bel kayması belirtisine değinen Op. Dr. Paksoy, “Başlangıçta aktivite sonrası artan bel ağrısı, hareket sırasında belde sertlik ve gerginlik hissi, bacaklarda hafif uyuşma veya karıncalanma görülür. Hastalık ilerledikçe ağrı şiddetlenerek bacaklara yayılabilir. Özellikle uzun süre yürümekte zorlanma, bacaklarda güçsüzlük, ayakta kalmakla şiddetlenen ağrı gibi durumlar ortaya çıkabilir. Ayrıca ileri seviyelerde mesane ve bağırsak kontrolü problemleri yaşanabilir” söyledi.
BEL KAYMASI KESİN TANI KOYMAK İÇİN RADYOLOJİK TETKİKLERE BAKILMALI
Bel kayması tanısını röntgen, Manyetik Rezonans (MR) ve Bilgisayarlı Tomografi (BT) gibi görüntüleme yöntemlerinin kullanıldığını söyleyen Op. Dr. Paksoy, “Ön-arka ve yan pozisyonlarda çekilen röntgen filmleri kaymanın derecesini gösterir. MR ile sinir sıkışması olup olmadığı değerlendirilir, BT ise kemik yapılar hakkında detaylı bilgi sağlar” diye konuştu.
ERKEN MÜDAHALE ÖNEMLİ
Fizik tedavi ve ilaç tedavisine rağmen 3-6 ay boyunca şiddetli bel ve bacak ağrısı devam ediyorsa, günlük aktivitelerde ciddi kısıtlamalar meydana geiyorsa, cerrahi müdahalenin gerekebileceğini vurgulayan Op. Dr. Paksoy, “Tedavinin gecikmesi halinde yürüme mesafesinde belirgin azalma, kas erimesi, idrar ve gaita problemleri gibi ciddi sorunlar ortaya çıkabilir” dedi.
BEL KAYMASINI ENGELLEMEK İÇİN YAPILMASI GEREKENLER?
Bel sağlığını korumak için bazı önemli almak gerektiğini vurgulayan Op. Dr. Paksoy, “Bel ve karın kaslarını güçlendiren egzersizler yapılmalı. Yüzme ve yürüyüş gibi düşük etkili sporlar omurga sağlığı için oldukça faydalıdır. Aşırı kilo, bel bölgesine fazla yük bindirerek omurgaya zarar verebilir.
Masa başında çalışanlar her 30-45 dakikada bir ayağa kalkarak hareket etmeli. Ağır kaldırmayı gerektiren işlerde bel desteği kullanılmalı ve doğru taşıma teknikleri uygulanmalıdır” önerisi yaptı. Bel kayması hakkında farkındalık oluşturması gerektiğini belirten Op. Dr. Paksoy, omurga sağlığını korumak için erken tanı ve düzenli doktor kontrollerinin büyük önem taşıdığını belirtti.
KAYNAK: Sağlık Haber Gazetesi
https://www.saglikhabergazetesi.com/bel-kaymasi-her-yasta-gorulebilir-uzmani-uyardi/
22.03.2025




Sosyal Hizmet Uzmanı Buse Buket Şener, “Yaş alırken zihinsel sağlığı korumak sağlıklı yaş almanın en önemli unsurlarından biridir. Sağlıklı yaş almak yalnızca fiziksel değil, duygusal, zihinsel ve sosyal sağlıkla da bağlantılı bir süreçtir. Yaş alırken kendimize yatırım yaparak, küçük ama etkili adımlar atmak sağlıklı ve keyifli bir yaşam sürdürmemize yardımcı olabilir” dedi.
Güven Hastanesi’nden Sosyal Hizmet Uzmanı Buse Buket Şener, 18-24 Mart Yaşlılara Saygı Haftası ile ilgili açıklamada bulundu. Şener, “Yaş alırken zihinsel sağlığı korumak sağlıklı yaş almanın en önemli unsurlarından biridir. Okuduğunuz türlerin dışına çıkarak farklı kitaplar okuyarak, bulmaca çözerek, yeni bir dil öğrenerek ya da hobi olarak yeni bir beceri edinerek zihinsel sağlığımızı koruyabilir ve güçlendirebiliriz. Bu öneriler hafızayı kuvvetlendirirken, duygusal ve sosyal sağlığı da destekler. Ayrıca günümüzde internet kullanımı, yeni bilgiler edinmek için büyük bir fırsat oluşturmaktadır. Dijital teknolojinin aktif kullanımı ile internette çeşitli eğitim platformlarına ve kurslara katılarak da yeni beceri ve öğrenimler edinebiliriz” diye konuştu.
“Toplumun bir parçası olun”
Yaş aldıkça farklı değişkenlerin gündeme gelmesi ile sosyal bağlantılarda azalma yaşanabileceğini dile getiren Şener, “Bu durum yalnızlık hissini güçlendirerek sosyal izolasyonu gündeme getirebilir. Aile üyeleriyle veya yakın arkadaşlarla düzenli olarak görüşmek sosyal bağların güçlenmesini destekler. Sosyal becerilerin gelişimi, toplumsal bağların kuvvetlendirilmesi ve sosyal etkinliklere katılım önemlidir. Bu etkinlikler kişilerin eğlenmesini desteklerken aynı zamanda kendilerini toplumsal bir yapının parçası olarak hissetmelerine ve duygusal işlevselliğin artmasına da yardımcı olur” dedi.
“Sanat iyileştirir”
Şener, sanatsal faaliyetlerin duygusal rahatlama ve stres ile baş etmede güçlü bir yöntem olduğunu kaydederek, “Duygusal ve zihinsel sağlığı iyileştiren bir diğer güçlü araçta sanatsal faaliyetlerdir. Resim yapmak, müzik dinlemek, müzik aleti çalmak veya dans gibi sanatsal faaliyetler, duygusal rahatlama ve stres ile baş etme de güçlü bir yöntemdir. Yaratıcılığı artıran bu faaliyetler, aynı zamanda psikolojik ve fiziksel sağlık üzerinde de olumlu bir etki yapar. Yaş alırken, yaşa ve sağlık durumuna uygun ve güvenli fiziksel egzersizleri günlük rutininize dahil etmek de sağlıklı yaş almak için çok önemlidir. Aynı zamanda dengeli ve sağlıklı bir beslenme düzeni oluşturmak da vücudu güçlendirir ve sağlıklı bir yaşam sürmeyi destekler” dedi.
“Hedef koymayı bırakmayın”
Hedef koymanın zihinsel sağlığa olumlu etkisinden bahseden Şener şöyle konuştu:
“Günlük rutinlerin içinde kaybolduğumuzda ve gelecek için bir hedef belirlemediğimizde ruh, beden, zihin ve sosyal işlevsellik düzeyimiz olumsuz etkilenecektir. Yaş ilerledikçe, küçük de olsa belirli hedefler koymak, zihinsel sağlığı olumlu yönde etkileyebilir. Hedef belirlemek, bireylerin kendi yaşamlarını anlamlı hale getirmelerine yardımcı olabilir ve günlük yaşantılarında bir amaç duygusu oluşturur. Kişiye, yaşama odaklanma ve motive olma fırsatı sunar. Ulaşılabilir ve somut hedefler belirlemek önemlidir. Bunlar, haftada birkaç gün yürüyüş yapmak, yeni bir hobi edinmek, arkadaşlarla düzenli olarak görüşmek gibi hedefler olabilir. Bu tür küçük hedefler, kişinin kendisini değerli hissetmesini sağlar. Sağlıklı yaş almak yalnızca fiziksel değil, duygusal, zihinsel ve sosyal sağlıkla da bağlantılı bir süreçtir. Yaş alırken kendimize yatırım yaparak, küçük ama etkili adımlar atmak sağlıklı ve keyifli bir yaşam sürdürmemize yardımcı olabilir. Bu önerilerle, yaş almak bir yıkım değil, aksine yaşamın her döneminde yeni keşifler ve anlamlar yaratma fırsatıdır.”
KAYNAK: Kardeş Haber
Zihinsel sağlığı koruyarak sağlıklı yaş almanın yolu! – ANSAS HABER
22.03.2025

Doç. Dr. Özçelik: Bodrum'da suyun yaz ortasına kadar yeterli olacaktır

"Milas Barajı'nın kapasitesi, sadece Milas'ın sulama ihtiyacını giderecek kadar var"
Muğla'nın dünyaca ünlü turistik ilçesi Bodrum'a su sağlayan Mumcular Barajı'ndaki su seviyesi yüzde 35, Geyik Barajı'ndaki su seviyesi ise yaklaşık yüzde 50 civarında seyrediyor. Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi'nden Doç. Dr. Ceyhun Özçelik, "Barajlardaki su seviyeleri bakımından geçtiğimiz yıllara kıyasla daha iyi bir durumdayız. Bu, yaz ortasına kadar su ihtiyacımızı karşılayacak kapasitemiz olduğunu gösteriyor" dedi.
Muğla'nın Bodrum ilçesinde içme suyu temin eden ve geçen yıl mart ayında su seviyesi yüzde 16 civarında olan Mumcular Barajı'nda, bu yılın aynı dönemde su seviyesi arttı. Mumcular'da su seviyesi, yüzde 35 civarında seyrediyor. Geçen yılın mart ayında su seviyesi yüzde 58 civarında olan Geyikli Barajı'nda ise düşüş yaşandı. Geyikli Barajı'nda bu yılın aynı döneminde su seviyesi yüzde 50 oldu.
“SU SEVİYESİNDE DÜŞÜŞE GEÇİLDİ”
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Mühendislik Fakültesi İnşaat Mühendisliği Bölümü Su Kaynakları Anabilim Dalı Başkanı Doç. Dr. Ceyhun Özçelik, "Dünya genelinde küresel sıcaklık artışları devam ediyor. Buna bağlı olarak 2025 Şubat ayı da kayıtlardaki en sıcak şubat ayı olarak yerini aldı. Dünya genelinde ekstrem artarak devam ettiğini görüyoruz. Bu bölgede de ciddi kuraklık söz konusu ancak aralık ayında gelen yağışlarla beraber bu bölgede rezervuarlardaki su seviyesi oldukça yükselmişti. Şubat ve mart aylarındaki yağışlarda ciddi anlamda bir azalma söz konusu. Buna bağlı olarak rezervuarlardaki su seviyesi de yavaş yavaş geri çekilmeye başlamış durumda" söyledi.
“BU İŞ İKİ BAHARDA DA TAMAMLANMADI”
Doç. Dr. Ceyhun Özçelik şöyle konuştu:
"Bodrum'a içme suyu sağlayan 2 önemli baraj söz konusu. Geyik Barajı'nda yüzde 50'ler civarında, Mumcular Barajı'nda ise yüzde 35'ler civarında bir doluluk var. Barajlardaki su seviyesi bakımdan geçtiğimiz yıllara göre daha iyi durumdayız. Bu ise yazın ortasına kadar yetecek suyumuz olduğunu gösteriyor. Milas'a içme ve sulama suyu sağlayan Akgedik Barajı'ndaki su seviyesi, yüzde 60'ların üzerinde. Bu anlamda Bodrum'a su sağlama noktasında yeterli miktarda su olduğu gözüküyor. Şehre su sağlamada hala zorluklar yaşıyoruz. Bunun en önemli sebebi, kayıplar ve kaçaklardır. Bununla beraber işletmede ciddi zorluklar olduğunu görebiliyoruz. Geçtiğimiz sonbahar ayında kayıp kaçakların önüne geçebilmek için Bodrum'un alt yapısına ciddi anlamda yatırım yapılarak su sorunun çözüleceği ifade edilmişti. Mart ayında bu işin biteceği söylenmişti ancak 2 baharda da bu iş bitirilemedi. Görünen o ki Bodrum'un su sorunu başka bahara kaldığı görünüyor."
“PROJELER DAHA FAALİYETE GEÇMEDİ”
Su sorunu ile ilgili gündemde olan projeleri değerlendiren Doç. Dr. Özçelik, "Bodrum'a içme suyu temini ile ilgili yetkililerce yapılan açıklamalar takip edildiğinde bu konuda kafaların oldukça karışık olduğu gözüküyor. Öncelikli sorun, kayıp kaçağın yüzde 20'ler ve daha aşağıda olduğuydu. Geldiğimiz noktada yüzde 50'lerin üzerinde bir kayıp kaçak olduğunu görüyoruz. Diğer taraftan içme suyu temini noktasında farklı kaynaklardan özellikle Ekinambarı'nda ve sonrasında Turgutreis'ten deniz suyu temini yoluna gidileceği ifade edilmişti. Bunların da mart ayı itibarıyla bitirileceği öngörülüyordu. Geldiğimiz noktada projeler başlamış değil. Yer altı sularından içme suyu temin edileceği ifade edilmişti. Ama burada yer altı suları oldukça düşük durumda. Bizim gerçek anlamda suyun sürekliliğini sağlayabilmemiz için karasal su kaynaklarının bu gölgeye sürekliliğini sağlamamız lazım" dedi.
“ENERJİ AÇIĞI GÖRÜLÜR HALE GELECEK”
Doç. Dr. Özçelik şunları söyledi:
"Milas Barajı'nın kapasitesi ancak Milas'ın sulama suyunu karşılayacak kadar. Hem Milas'a hem de Bodrum'a içme suyu verilmesi durumunda buradaki çiftçilerimiz de toplam sulayacakları alanın ancak üçte biri kadarını sulayabilecekler. Deniz suyu arıtma sistemleri oldukça maliyetli sistemler. Eğer toplamdaki su arzının onda birini geçmesi durumunda Bodrum'daki su faturaları oldukça yukarı çıkacak. Hatta diğer ilçeler de Bodrum'daki su faturalarının maliyetini karşılamak zorunda kalacaklar. Diğer taraftan arıtmanın da getireceği ilave enerji maliyetleri söz konusu olacak. Bir taraftan termik santralinin suyu ve Bodrum'un içme suyu arasındaki problem çözülememişken, diğer taraftan enerji açığı ortaya çıkacak. Önümüzdeki günlerde faaliyete geçilerek bu sorunların çözülmesini umuyoruz. 22 Mart Dünya Su Günü'nü özellikle tatlı su kaynaklarının korunması ve gelecek kuşaklara aktarılması noktasında 1993'ten beri Birleşmiş Milletler tarafından kutlanan bir gün. Bu vesileyle kısa zamanda hem bu bölgenin hem ülkemizin su kaynaklarını en etkili şekilde kullanmamızı ümit ediyoruz."
KAYNAK: T24
https://t24.com.tr/haber/doc-dr-ozcelik-bodrum-da-yaz-ortasina-kadar-yetecek-su-var,1227663
23.03.2025
YAZAR: ZEYNEP ERDOĞAN

ÇİNKO EKSİKLİĞİ SAĞLIK AÇISINDAN ÖNEMLİ!

Uzman Diyetisyen Didem Yıldız Küçük konu hakkındaki bilgilerini bizlere aktardı.
Çinko eksikliği, vücutta yeterli seviyede çinkonun bulunmaması durumudur. Çinko, vücut için esansiyel bir mineraldir, çünkü vücut bu minerali kendi başına üretemez. Bu yüzden dış kaynaklardan almak zorundadır. Çinko, birçok biyolojik süreçte yer alır ve bağışıklık sistemi fonksiyonları, hücresel bölünme, protein sentezi, yara iyileşmesi ve DNA sentezi gibi bir dizi önemli görevi yer almaktadır.
Çinko eksikliği, çeşitli semptomlara ve sağlık problemlerine neden olabilir.
Yaygın belirtiler arasında şunlar olabilir:
*Bağışıklık Zayıflığı: Çinko, bağışıklık sisteminin düzgün çalışması için önemlidir. Çinko eksikliği, tekrarlayan enfeksiyonlara veya daha uzun süren iyileşme süreçlerine yol açar.
*Cilt Problemleri: Çinko eksikliği, ciltte kuru, pullu veya tahriş olmuş bir duruma neden olabilir. Ayrıca, yara iyileşme süreci de etkilenir.
*Saç Dökülmesi: Çinko eksikliği, saç dökülmesine neden olabilir. Saç ve tırnak sağlığı, çinkonun etkisi altındadır.
*Göz Sorunları: Özellikle gece körlüğü gibi göz sağlığı sorunları, çinko eksikliği ile ilişkilendirilebilir.
*Ruhsal Durum Bozuklukları: Çinko eksikliği, depresyon, anksiyete ve diğer ruhsal durum bozukluklarına sebep olur.
*Büyüme ve Gelişme Sorunları: Çocuklarda ve gençlerde çinko eksikliği, büyüme ve gelişme sorunlarına yol açar.
Çinko eksikliği riski, düşük çinko alımına sahip bir beslenme şeklidir, emilim sorunları, kronik hastalıklar veya sindirim sistemi üzerinde olumsuz etki yaratn durumlar gibi faktörlere bağlı olarak artabilir. Çinko eksikliğinin teşhisi bir sağlık uzmanı tarafından yapılır ve genellikle kandaki çinko düzeylerini ölçmek için laboratuvar testleri kullanılır.
Çinko eksikliğini engellemek veya düzeltmek için çinko bakımından zengin gıdaların (örneğin kırmızı et, tavuk, balık, süt ürünleri, kabak çekirdeği, fasulye) düzenli şekilde tüketilmesi veya çinko takviyelerinin alınması tavsiyesi bulunur.
KAYNAK: Dark Haber Ajansı
https://darkhaberajansi.com.tr/cinko-eksikligine-dikkat/
23.03.2025
YAZAR: ZEYNEP ERDOĞAN

Sosyal medyada yayılan egzersiz videoları büyük tehlikeye yol açabilir!

“Germe ve esnetme egzersizlerine önem verilmeli”
“Germe ve esnetme egzersizlerine önem verilmeli”
Sosyal medyada hızla yayılan egzersiz videolarını bilinçsiz şekilde uygulamanın omurga sağlığı açısından riskleri beraberinde getirdiğini belirten Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon Uzmanı Dr. Öğr. Üyesi Gökhan Özkoçak, “Bilinçsizce yapılan hareketler sinir baskısına, kas yaralanmalarına ve ileri seviyede cerrahi müdahale gerektiren fıtıklara neden olabilir. Bu nedenle egzersiz öncesinde bireylerin omurga sağlık durumlarını değerlendirmeleri şarttır” dedi.
Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon Uzmanı Dr. Öğr. Üyesi Gökhan Özkoçak, egzersiz yaparken sosyal medyadaki popüler videolardan ilham almanın birçok sağlık sorununu da beraberinde getirdiğini belirtti. Kişisel sağlık durumu gözetilmeden yapılan bu hareketlerin sinir sıkışmalarına, kas yırtılmalarına ve hatta cerrahi müdahale gerektirecek rahatsızlıklara yol açabileceği konusunda uyarılarda bulundu.
“Bireylerin omurga sağlık durumlarını değerlendirmeleri şarttır”
Özellikle bel ve boyun bölgesinde fark edilmemiş fıtık başlangıçları olan bireylerin ağır antrenmanlara bilinçsizce başlamalarının ciddi sakatlıklara sebep olabileceğini belirten Dr. Özkoçak, “Omurgada var olan yapısal bozuklukların göz ardı edilmesi ve bilinçsizce yapılan hareketler sinir baskısına, kas yaralanmalarına ve ileri seviyede cerrahi müdahale gerektiren fıtıklara neden olabilir. Bu nedenle egzersiz öncesinde bireylerin omurga sağlık durumlarını değerlendirmeleri şarttır” ifadelerini kullandı.
“Germe ve esnetme egzersizlerine önem verilmeli”
Kas ve eklem yapılarının zorlanmalara karşı dayanıklılığını artırmanın en önemli yollarından birinin ısınma hareketleri olduğunu belirten Dr. Öğr. Üyesi Gökhan Özkoçak, “İyi bir spor antrenmanı, mutlaka esneme ve germe hareketleriyle başlamalıdır. Profesyonel sporcuların bile antrenman öncesinde uzun süren ısınma periyotları uyguladığını biliyoruz. Kasların ve bağların yeterince esnememesi durumunda yüklenmeler doğrudan travmaya, yırtıklara ve sakatlıklara sebep olabilir. Bu yüzden bireysel spor yapan kişilerin de mutlaka öncesinde germe ve esnetme egzersizlerine önem vermeleri gerekir” diye konuştu.
“Bilinçsiz ağırlık antrenmanları fıtık riskini artırıyor”
Omurgaya binen yükün kaldırılan ağırlıkla doğru orantılı olarak arttığını bu nedenle omurga sağlığını korumak için ağırlık antrenmanlarının kontrollü bir şekilde yapılması gerektiğini belirten Dr. Öğr. Üyesi Özkoçak, “Omurgamız doğal duruş pozisyonundayken bile başın ağırlığı nedeniyle yaklaşık 6 kilogramlık bir yük taşır. Boynunuzu 15 derece eğdiğinizde bu yük 12 kilograma, 30 derece eğdiğinizde 18 kilograma çıkarken, 60 derece eğildiğinde çok daha büyük bir artış gösterir. Şimdi bir de bu duruma ağır antrenmanları eklediğinizde, omurga üzerindeki basıncın ne kadar arttığını hayal edebilirsiniz, Ağırlık kaldırırken önemli olan, vücudu aşamalı olarak alıştırmak ve birden yüklenmemektir. ‘Ne kadar fazla ağırlık kaldırırsam o kadar kas yaparım’ anlayışı yanlıştır. Kas gelişimi, aşamalı olarak yük artırılarak sağlanır ve bu süreçte omurgaya binen yük iyi hesaplanmalıdır” dedi.
Sağlıklı yaşam için egzersizi bilinçli yapın
Sağlıklı bir yaşam için düzenli egzersizin şart olduğunu belirten Dr. Özkoçak şunları söyledi:
“Her bireyin haftada 2-3 kez orta tempolu egzersiz yapmasını öneriyoruz. 30-45 dakikalık yürüyüşler, esneme hareketleri ve omurgayı destekleyen kuvvetlendirme egzersizleri, sağlıklı bir yaşam için vazgeçilmezdir. Ancak hangi egzersizin kişiye uygun olduğunu bilmek ve bilinçli hareket etmek çok önemlidir. Özellikle ağır antrenman yapmayı planlayan bireylerin mutlaka bir fizik tedavi, ortopedi veya spor hekimi tarafından değerlendirilerek bir planlama yapmaları gerekir. Herkes kendine uygun egzersiz programını belirlemeli ve bilinçsiz hareketlerden kaçınmalıdır. Omurga sağlığımız, tüm vücut fonksiyonlarımız için kritik bir öneme sahiptir ve yanlış uygulamalarla geri dönüşü zor hasarlar oluşmaması için dikkatli olunmalıdır.”
KAYNAK: Kardeş Haber
Sosyal medyada yayılan egzersiz videoları büyük tehlikeye yol açabilir! – ANSAS HABER
23.03.2025
YAZAR: ZEYNEP ERDOĞAN

Patlıcan Saplarının Hastalıklara Karşı İyi Geldiğini Biliyor Muyduk? Kökten Çözüm Veriyor!

Mutfakta yemek yaparken patlıcanın saplarını çöpe mi atıyorsunuz? Aslında büyük bir yanlış yapıyor olabilirsiniz. Patlıcan sapı suyu, düşündüğümüzden daha fazla derde deva olabilir. Dahası, bu sorunu yaşayanlar, bu doğal yöntemle rahatlıyor.
Mutfakta sıklıkla tercih edilen patlıcan, kızartmasıyla, közlemesiyle ve türlü yemekleriyle sofralarımızın baş tacıdır. Fakat çoğu zaman göz ardı edilen bir parçası vardır: Patlıcanın sapı. Genellikle doğrudan çöpe giden bu kısım, aslında sağlık açısından büyük bir öneme sahip olabilir. Özellikle hemoroid problemi yaşayanlar için doğal bir destekleyici olarak öne çıkıyor.
PATLICAN SAPININ MUCİZEVİ FAYDALARI?
Patlıcan sapı, içeriğindeki antioksidanlar ve lifler sayesinde sindirim sistemine katkı sağlayabilir. Geleneksel tıpta, damarları güçlendirdiği ve iltihapları azalttığı inanılan patlıcan sapı kaynatılarak tüketildiğinde hemoroid belirtilerini hafifletmeye yardımcı olabilir.
Uzmanlar, hemoroid rahatsızlığında en büyük sorunun damarların zayıflaması ve bölgedeki iltihaplanma olduğunu belirtiyor. Patlıcan sapı, içerdiği fenolik bileşikler sayesinde damar sağlığını koruyarak kan dolaşımını dengeleyebilir. Ayrıca, iltihap azaltıcı özellikleriyle de bilinen bu doğal malzeme, halk arasında yaygın olarak kullanılan alternatif yöntemlerden biri haline gelmiş durumda.
PATLICAN SAPI KÜRÜ HAZIRLANIŞ?
Bu doğal yöntemi denemek isteyenler için oldukça basit bir tarif mevcut:
Malzemeler
5-6 adet patlıcan sapı
2 su bardağı su
Hazırlanışı:
Patlıcanları kullandıktan sonra saplarını iyice temizleyin.
Sapları küçük bir tencereye alın ve üzerine 2 bardak su ekleyin.
Karışım kaynamaya başladıktan sonra yaklaşık 10 dakika kadar kısık ateşte pişirin.
Ilık hale geldiğinde süzerek tüketin.
Bu kür, özellikle sabahları aç karnına içildiği zaman daha etkili olabilir. Ancak unutulmaması gereken en önemli nokta, bunun yalnızca destekleyici bir yöntem olduğudur. Ciddi hemoroid vakalarında mutlaka bir doktora danışılmalıdır.
KAYNAK: Karar
24.03.2025
YAZAR: ZEYNEP ERDOĞAN



GÜNLÜK OLARAK1 SAAT YÜRÜYÜŞ YAPMAK VÜCUT İÇİN NE GİBİ BİR FAYDA SAĞLAR VE NASIL FARKLAR YARATIR?

Yürümek, en basit ve en doğal egzersiz türlerinden biridir. Her yaştan insanın rahatlıkla yapabileceği bu fiziksel aktivite, düzenli olarak yapıldığında hem bedensel hem de zihinsel sağlığı üzerinde olumlu etkiler yaratır. Günde sadece 1 saat yürüyüş yaparak birçok sağlık problemini önleyebilir, yaşam kalitesini yükseltebilir ve hatta ruh halini bile düzeltebilirsiniz.
GÜN İÇERİSİNDE 1 SAATLİK YÜRÜYÜŞÜN ÖNEMİ?
Yürüyüş, en basit ve en doğal egzersiz biridir. Her yaş grubundan bireyin rahatlıkla yapabileceği bu fiziksel aktivite, düzenli bir şekilde yapıldığında hem bedensel hem de zihinsel sağlığı üzerinde olumlu etkiler oluşturur. Günde sadece 1 saat yürüyüş yaparak birçok sağlık sorununu önleyebilir, yaşam kalitesini yükseltebilir ve hatta ruh halini bile düzeltebilirsiniz.
KİLO KONTROLÜNE DESTEK
Düzenli yürüyüş, özellikle kilo vermek veya mevcut kiloyu korumak isteyenler için son derece etkili bir yöntemdir. Orta tempoda yapılan yürüyüşle 1 saatte yaklaşık 250-350 kalori yakmak mümkündür. Bu da ayda birkaç kilo vermek veya kilo alımını dengelemek için yeterli olabilir. Ayrıca, metabolizmayı hızlandırarak yağ yakımını destekler.
KALP SAĞLIĞINI ARTTIRIR
Yürüyüş yapmak kalp kaslarını çalıştırır ve kan dolaşımını hızlandırır. Bu da tansiyonun dengelenmesine, kötü kolesterolün düşmesine ve iyi kolesterolün artmasına yardımcı olur. Günde 1 saat yürüyen bireylerde kalp krizi ve inme riski belirgin şekilde azalır.
KAS VE KEMİK SAĞLIĞINA FAYDA SAĞLAR
Yürüyüş, bacak, kalça, karın ve sırt kaslarını güçlendirir. Ayrıca, kemik yoğunluğunu artırarak ilerleyen yaşlarda görülebilecek kemik erimesi (osteoporoz) riskini azaltır. Özellikle açık havada yapılan yürüyüşler, D vitamini alımını da artırdığı için kemikler açısından daha da faydalıdır.
KAN ŞEKERİ DÜZEYİNE VE DİYABETE KATKISI
Yürüyüş, kan şekerinin dengelenmesine fayda sağlar. Özellikle yemekten sonra yapılan yürüyüşler, kan şekerindeki ani yükselmeleri önüne geçer. Bu sayede tip 2 diyabet riskini azaltır. Diyabet hastaları için ise kan şekerini kontrol altında tutmada etkili bir egzersiz türüdür.
ZİHİNSEL SAĞLIĞA DESTEĞİ
Yürümek sadece fiziksel sağlığa değil, aynı zamanda ise zihinsel sağlığa da iyi gelir. Yürüyüş sırasında salgılanan endorfin hormonu sayesinde stres azalır, kaygı ve depresyon belirtileri azalır. Ayrıca beyne daha fazla oksijen gitmesiyle birlikte odaklanma ve hafızayı güçlendirir.
UYKU KALİTESİNİ ÇOĞALTIR
Gün içerisinde 1 saat yürüyen bireylerin daha rahat uyuduğu ve sabah daha dinç uyandığı gözlemlenmiştir. Düzenli yürüyüş, vücut ritmini düzenler ve uykuya geçiş sürecini kolaylaşmasına yardım eder.
SİNDİRİM SİSTEMİNE FAYDASI
Yürüyüş, bağırsak hareketlerini artırır ve kabızlık tarzı sindirim sorunlarına fayda sağlar. Özellikle yemeklerden sonra yapılan yürüyüşler, mideyi rahatlatır ve sindirimi kolaylaştırır.
BAĞIŞIKLIK SİSTEMİNDEKİ GÜCÜ
Düzenli yürüyüş yapan kişilerin hastalıklara karşı daha dirençli olduğu bilinmektedir. Yürüyüş, vücudun savunma mekanizmasını güçlendirir ve enfeksiyonlara karşı koruma oluşturur. Aynı zamanda kronik hastalıklara yakalanma riskini de azaltır.
ENERJİ SEVİYESİNİ ARTTIRIR
Sabah vakitlerinde yapılan yürüyüşler, gün boyunca daha enerjik hissetmenizi sağlar. Kan dolaşımının hızlanması, oksijen seviyesinin artması ve kasların uyarılması sayesinde hem fiziksel hem zihinsel performans çoğaltır.
POSTÜRÜ DÜZELTİR VE DURUŞ BOZUKLUKLARINI ENGELLER
Yürüyüş, özellikle masa başında uzun süre vakit geçiren kişiler için omurga sağlığının korunmasına destek verir. Doğru yürüyüş tekniğiyle sırt ve bel kasları güçlenir, kamburluk ve duruş bozuklukları azalır.
KAYNAK: Genç Gazete
24.03.2025
YAZAR: ZEYNEP ERDOĞAN




Bademciklerin alınması zararlı mı?

Son yıllarda tekrarlayan boğaz enfeksiyonları yaşayan birçok kişi çözümü bademcik ameliyatında arıyor.
Son yıllarda tekrarlayan boğaz enfeksiyonları yaşayan birçok kişi çözümü bademcik ameliyatında arıyor. Özellikle çocuklarda sık yapılan bu operasyon bazıları için basit bir işlem gibi görünse de, alınan her organ gibi bademciğin de vücutta bir görevi olduğu unutulmamalı. Peki bademciklerin alınması gerçekten şart mı? Bu işlem bağışıklık sistemini etkiler mi? Ameliyat sonrası hangi hastalıklar görülebilir?
Bademcikler Vücut İçin Neden Önemlidir?
Bademcikler, ağız yoluyla vücuda giren bakteri ve virüslerle savaşan ilk savunma hattıdır. Bağışıklık sisteminin bir parçası olan bu dokular, çocukluk döneminde daha aktif çalışır. Vücuda giren mikropları yakalar, filtreler ve bağışıklık hücrelerinin tepki vermesini sağlar. Bu nedenle özellikle erken yaşta alınan bademcikler, bağışıklık dengesinde bazı değişimlere neden olabilir.
Ameliyat Kararı Hangi Durumlarda Verilir?
Bademciklerin sık sık iltihaplanması, yılda beşten fazla enfeksiyon geçirilmesi, antibiyotik tedavisine yanıt verilmemesi gibi durumlarda doktorlar ameliyatı önerebilir. Ayrıca bademciklerin aşırı büyüyerek solunum zorluğuna neden olması da önemli bir kriterdir. Horlama, uyku apnesi ve konuşma bozukluğu gibi şikâyetler de ameliyat kararı alınmasında etkili olabilir.
Ameliyat Sonrası Bağışıklık Sistemi Nasıl Etkilenir?
Yapılan araştırmalar, bademciklerin alınmasının bağışıklık sistemi üzerinde kalıcı büyük bir zarar oluşturmadığını gösterse de, özellikle küçük yaşlarda alınan bademciklerin enfeksiyonlara karşı vücudu daha savunmasız bırakabileceğini belirtmektedir. Bademcikler alındıktan sonra vücut başka savunma mekanizmaları geliştirse de, ilk savunma hattının eksikliği bazı kişileri daha kolay hasta edebilir.
Hangi Sağlık Sorunları Görülebilir?
Bademcik ameliyatı sonrası bazı bireylerde üst solunum yolu enfeksiyonları daha sık yaşanabilir. Ayrıca nadir de olsa sinüzit, bronşit ve alerjik hastalıklarda artış görülebilir. Ancak bu durum kişiden kişiye değişir ve her ameliyat olan kişide aynı etkiler ortaya çıkmaz. Düzenli takip ve doktor kontrolü, olası riskleri en aza indirmede önemlidir.
Ameliyat Süreci ve İyileşme Dönemi Nasıldır?
Bademcik ameliyatı genellikle 30-45 dakika süren ve genel anestezi altında yapılan bir işlemdir. Ameliyat sonrası ilk 7-10 gün boyunca boğaz ağrısı, yutkunma zorluğu ve hafif ateş görülebilir. Bu süreçte bol sıvı tüketimi, yumuşak gıdalarla beslenme ve doktorun önerdiği ilaçların düzenli kullanımı iyileşme sürecini kolaylaştırır. Komplikasyon riski düşük olsa da kanama gibi durumlarda acil müdahale gerekebilir.
Yetişkinlerde Ameliyat Sonrası Riskler Artar mı?
Bademcik ameliyatı çocuklarda daha kolay ve hızlı iyileşirken, yetişkinlerde iyileşme süreci biraz daha uzun sürebilir. Ayrıca kanama ve enfeksiyon riski yetişkinlerde çocuklara göre biraz daha fazladır. Bu nedenle ameliyat kararı verilirken yaş, genel sağlık durumu ve şikâyetlerin sıklığı dikkatle değerlendirilmelidir.
Alternatif Tedavi Yöntemleri Nelerdir?
Her boğaz enfeksiyonu ameliyat gerektirmez. Bazı durumlarda doğal bağışıklık destekleyici yöntemler, düzenli ilaç kullanımı, alerji kontrolleri ve yaşam tarzı değişiklikleriyle bademcik problemleri azaltılabilir. Antibiyotik tedavisi, tuzlu su gargarası, bol sıvı alımı ve nemli ortamda bulunmak gibi önlemlerle bademcik iltihapları kontrol altına alınabilir.
Bademcik ameliyatı gerekli durumlarda sağlıklı bir tercih olabilir. Ancak bademcikler bağışıklık sisteminin önemli bir parçası olduğu için alınmadan önce tüm faktörlerin değerlendirilmesi gerekir. Ameliyat sonrası yaşanabilecek riskler ve vücuda etkileri kişiden kişiye değişebilir. Bu nedenle karar mutlaka uzman doktor gözetiminde, detaylı muayene ve tetkikler sonrası verilmelidir.
KAYNAK: Kardeş Haber
Bademciklerin alınması zararlı mı? – ANSAS HABER
24.03.2025
YAZAR: ZEYNEP ERDOĞAN


ERKEN TEŞHİS, METASTİK MEME KANSERİNE KARŞI HAYATTA KALMA ŞANSINI ARTTIRIYOR MU?

Meme kanseri, kadınlar arasında en yaygın görülen kanser türlerinden biri. Erken teşhis hayat kurtarırken, metastatik evre meme kanseri sürecinde özellikle psikolojik destek büyük bir öneme sahip oluyor. Uzmanlar, teşhis, tedavi ve hastaların psikolojik iyileşme süreçlerine dair değerli bilgileri paylaşıyor. Cumhuriyet, Tıbbi Onkoloji Uzmanı Prof. Dr. Özge Gümüşay, Klinik Psikolog Sinem Çelenk ve Pembe İzler Kadın Kanserleri Derneği Başkanı Arzu Karataş ile bu konuyu ele aldılar.
Dünya çapında kadınlarda en yaygın kanser türlerinden biri meme kanseri olup, kadınlarda görülmekte olan tüm yeni kanser vakalarının yüzde 24’ünü meme kanseri oluşturuyor.
Gümüşay, her meme kanseri hastasında metastatik evre meme kanserinin bulunmadığını vurgulayarak, “Dünya genelinde meme kanserlerinin yaklaşık yüzde 5-10'u, ülkemizde ise yaklaşık yüzde 10'u metastatik evreye ulaşmaktadır. Bu oranı azaltmak adına, mamografi taramalarının 40 yaşından itibaren her yıl yapılması son derece önemlidir. Şüpheli semptom ve bulgular yaşayan kişilerin derhal bir uzmana başvurması, hastalığın yayılmadan erken dönemde tespit edilmesine olanak tanıyabilir” şeklinde konuştu.
Gümüşay, hastalığın belirtilerini şu şekilde sıraladı: “Memede elle hissedilen kitle, meme başının içeri doğru çekilmesi, meme başında kendiliğinden akıntı, meme cildinde değişiklikler, koltuk altlarında hissedilen kitle, memede ağrı ve şişlik, meme üzerinde kızarıklık.”
AŞIRI POZİTİFLİĞİN ZARARLI YÖNLERİ
Hastalığın sadece fiziksel değil, bir o kadar da psikolojik yüklerinin önemli olduğunu belirten Çelenk, “Bu süreçte, kişinin kendini anlaşılmış, kabul edilmiş ve yalnız hissetmemesi, tedaviye uyumunu ve psikolojik iyilik halini güçlendiriyor” dedi. Destekleyici aile yapısının önemine vurgu yapan Çelenk, bununla birlikte zararlı pozitiflikten kaçınmak gerektiğini vurguladı. Çelenk, “Hasta, hissettiği tüm duyguları özgürce paylaşabilmeli ve ailesi bu duyguları yargılamadan, baskı yapmadan kabul etmelidir” diye konuştu.
ANNE ÖNCE KENDİNE ŞEFKAT GÖSTERMELİ
Hastalık ile mücadelede anne- çocuk ilişkilerini ele alan Çelenk “Hastalık ile mücadele eden anneler, sadece kendi sağlıklarıyla değil, annelik rolleriyle de iç içe geçmiş çok katmanlı bir psikolojik süreç yaşıyorlar. Hastalığın belirsizliği, yorgunluk ve ağrı gibi fiziksel etkiler bir yana, çocuklarına karşı yetersiz hissetme, suçluluk, kaygı ve korku gibi yoğun duygular deneyimleyebiliyorlar. Annenin kendine şefkatle yaklaşması hem kendisi hem de çocukları için sağlıklı bir yol açacaktır” dedi.
Çelenk bu süreç içerisinde çocukları korumanın en sağlıklı yolunun onları bilinmezliğe bırakmamak olduğunu belirterek “Çocuklar, annelerinin duygusal ve fiziksel durumundaki değişimleri çok hızlı fark eder ve genellikle bunları anlamlandırmakta zorlanırlar. Annenin hastalık sürecinde yaşadığı yorgunluk, ruh hali değişimleri ve olası hastane süreçlerini anlamlandıramamak çocukta güvensizlik, kaygı, üzüntü ve hatta suçluluk hisleri yaratabiliyor. Bu süreç çocuğun ‘terk edilme, duygusal yoksunluk, kontrolü kaybetme’ gibi temel şemalarının tetiklenmesine neden olabiliyor. Bu nedenle, çocukların yaşına uygun bir dille bilgilendirilmesi, duygularını paylaşabilecekleri güvenli bir alan sunulması son derece önemli” şeklinde belirtti.
Meme kanserinin sadece kadınlarda değil erkeklerde de görülebilen bir hastalık olduğunu dile getiren Karataş ise “Kadınların bu hastalığa sahip çıkıp, toplumsal farkındalığı artırması, erkeklerdeki meme kanserini geri plana itiyor. Sanki yalnızca kadınlarda görülecekmiş gibi yanlış bir algı oluşuyor. Biz de zaman zaman erkeklere de seslenerek, bu konudaki farkındalığı artırmak istiyoruz. Erkeklere diyoruz ki, meme kanserinin erkeklerde az görülmesi siz de görülmeyeceği anlamına gelmez” ifadelerine yer verdi.
KAYNAK: Cumhuriyet
25.03.2025
YAZAR: ZEYNEP ERDOĞAN

GENÇ KALMA TAKINTISI: BENLİK ALGISINDA OLUŞAN BOZULMALARLA BİRLİKTE YAŞLANMA KORKUSUNU TETİKLİYOR

Günümüzde genç ve çekici görünme baskısının giderek çoğaldığını belirten uzmanlar, bu durumun birçok kişide gençlik takıntısı’na neden olabileceğini belirtiyor. Bu takıntının yalnızca fiziksel değişikliklerle değil, benlik algısıyla da yakından ilişkisi olduğuna değinen Uzman Klinik Psikolog Özgenur Taşkın, yaş ilerledikçe bazı kişilerde ortaya çıkan gençlik takıntısı hakkında bilgiler aktardı.
Dış Görünüş ve Gençlik Takıntısı: Özgüvene Bağlı Olayları Beraberinde Getirir
Gençlik takıntısı, kişilerin benlik algısını doğrudan etkileyebilen karmaşık olay örgüsü olduğunu ifade eden Uzman Klinik Psikolog Özgenur Taşkın, “Gençliğin, genellikle fiziksel çekicilik, enerji ve toplumsal başarı ile özdeşleştirildiği bir toplumda, bu dönemin kaybı, özgüven üzerinde büyük bir sarsıntıya neden olabilir” dedi. İnsanların, gençliklerini kaybettikçe, kendi değer ve yeteneklerini irdelemeye çalışacaklarına dikkat çeken Taşkın, “Bu, özellikle dış görünüşe dayalı bir özgüven geliştirmiş kişiler için daha belirgindir. Yani, gençlik takıntısı sadece fiziksel bir kayıp değil, bireyin kendini değerli hissetme biçiminin de bir kaybıdır. Eğer bir kişi, gençliğin getirdiği enerjiyi, güzelliği ve dinamizmi kendi kimliğiyle özdeşleştiriyorsa, yaşlanma süreci bu kimlik arayışını zorlaştırabilir” şeklinde konuştu.
DERİN VE KALICI ÖZGÜVEN, İÇ GÜCE DAYANMALI
Uzman Klinik Psikolog Özgenur Taşkın, bu tür takıntıların yalnızca dışarıdan gelen yorumlarla değil, kişinin içsel dünyasında da bir gerilim oluşturduğunu belirtiyor. Taşkın, "Kendini yaşlanmış ve değersiz hisseden bir kişi, sosyal ilişkilerde ve profesyonel hayatta daha fazla yalnızlık hissi yaşayabilir" dedi. Bu tür bir takıntıyı aşabilmek için, kişinin özgüvenini yalnızca dış görünüşten değil, bilgi, deneyim ve içsel gelişim gibi daha derin ve kalıcı özelliklerden beslemesi gerektiğini vurgulayan Taşkın, gençlik takıntısının sadece dışsal bir mesele olmadığını, bireyin benlik algısını kökten etkileyen psikolojik bir olgu olduğunu belirtiyor.
YAŞLANMAK BİR TEHDİTE DÖNÜŞTÜ
Medyanın sunduğu ve toplumsal güzellik standartı, yaşlanma algısını büyük ölçüde şekillendirdiğini ifade eden Uzman Klinik Psikolog Özgenur Taşkın, “Genellikle yaşlanma bir kayıp ve olumsuz bir süreç olarak sunulur. Gençlik genellikle, güzellik ve dinamizmle özdeşleştirilir. Bu da yaşlılıkla birlikte fiziksel çekiciliğin azaldığı ve değer kaybedildiği algısını pekiştirir” dedi. Bu durum insanların yaşlanmayı, zayıflık, mutsuzluk ve yalnızlık gibi duygularla birleştirmesine yol gösterdiğine dikkat çeken Taşkın, sözlerini şöyle sürdürdü: “Toplum, genç yaşta fiziki çekiciliği bir başarı göstergesi olarak kabul ederken, yaşlanmayı adeta bir 'kusur' gibi gösteriyor. Özellikle kadınlar, medya tarafından sürekli genç ve pürüzsüz olmaya zorlanırken, yaşlılık dönemi sadece 'görünüşteki bir gerileme' değil, toplumsal olarak 'değersizleşme' gibi algılanabiliyor. Toplumsal baskılar, bireylerin yaşlanma sürecini kabullenmelerini zorlaştırırken, onlara sürekli genç görünme ve yaşlanmayı erteleme baskısı yapar. Sonuç olarak, yaş almak bir süreçken, yaşlanmak, genellikle bir tehdit olarak algılanır. Oysa yaşlanma, sadece biyolojik değil, aynı zamanda zenginleştirici bir deneyim de olabilir. Eğer toplum, yaşlanmayı olgunluk ve derinlik ile ilişkilendirseydi, yaşlanma daha sağlıklı ve olumlu bir süreç olarak görülebilirdi.”
YAŞLANMAK VE YAŞIN İLERLEMESİ AYRI KAVRAMDIR
“Yaş almak ve yaşlanmak, sanki birbirinin aynıymış gibi kullanılan kavramlar ama psikolojik açıdan bakıldığında aralarında büyük bir fark var.” diyen Uzman Klinik Psikolog Özgenur Taşkın, yaşın ilerlemesi, yalnızca takvimden bir yaprak çevirmek gibi olduğunu ve her yıl bir rakam daha eklendiğini belirtti. Bunun sadece dışsal bir değişim olmadığını, biyolojik bir zaman da olduğunu sözlerine ekleyen Taşkın, yaşın sadece bir sayı olduğunu ve bu sayının iç dünyamıza bir değişim yaratmayabileceğini aktardı ve sözlerine devam etti: “Oysa yaşlanmak, çok daha derin, psikolojik bir dönüşüm sürecidir. Yaşlanmak, zamanla şekillenen bir felsefedir. Yaş aldıkça, fiziksel görünümdeki değişimlerden ziyade, dünyaya bakış açımızın, değerlerimizin ve deneyimlerimizin ne kadar evrildiğini fark ederiz. Psikolojik olarak yaşlanmak, büyümek, olgunlaşmak, hatalarımızdan ders alıp kendimizi yeniden şekillendirmek demektir. Bu, her yaşta bir yenilik keşfetmek gibi bir şeydir. Yaşlanmak, hayatı daha derin bir şekilde kavramak, içsel huzuru bulmak, geçmişi kabul edip geleceği daha bilinçli kucaklamak demektir.”
Genç Takıntısı: Baskı, Kaygı ve Depresyon Riskini Arttırıyor
Sürekli genç olma baskısı, bireylerin kimlik ve benlik algısını derinden etkileyebileceğini ifade eden Uzman Klinik Psikolog Özgenur Taşkın, “Bu tür bir baskı, kişilerin kendilerini yalnızca fiziksel görünümleriyle tanımlamalarına ve içsel dünyalarını ikinci plana atmaları sonucunu doğurur. Bu noktada, bireyler 'yeterli' olabilmek için sadece dışsal onayları arayarak, içsel kaynaklarını ve psikolojik esnekliklerini ihmal edebilirler. Çoğunlukla bu, bir tür 'görünüşsel kimlik' yaratmaya yol açar ve kişinin yaşamda gerçekten kim olduğunu sorgulamasına sebep olur” söyledi.
KAYGI VE DEPRESYON GÖRÜLEBİLİR
Dış görünüşe bağlı bu baskının, zaman içerisinde daha derin psikolojik problemlere sebebiyet verebileceğinin altını çizen Taşkın, sözlerini şöyle tamamladı: “Kaygı ve depresyon, bu takıntılı düşüncelerin sonucunda ortaya çıkabilir, çünkü kişi, sürekli genç görünmek için harcadığı enerjinin, bir tür varlık kanıtlama çabası olduğunu fark etmeyebilir. Bu içsel çatışma, kişiyi 'olduğu gibi kabul edilmek' yerine, 'sürekli bir onay arayışına' sokar. Sosyal ilişkilerde ise, genç görünme baskısı, yüzeysel bağlar kurmaya yol açabilir. Çünkü birey, ilişkilerinde kendi gerçek benliğini sergilemek yerine, başkalarına bir 'maskeyle' yaklaşır, bu da gerçek bağlar kurmayı engeller. Klinik açıdan, bu baskının etkileriyle başa çıkarken, bireylere içsel kimliklerini keşfetmeleri ve sadece dışsal güzellikten daha fazlasını değerli görmeleri yönünde rehberlik yapmak önemlidir. Onlara, dış görünüşün geçici olduğunu ve gerçek anlamda özgürlüğün, kendi içsel kaynakları ve kabulüyle geldiğini göstermeye çalışmak gerekir.”
KAYNAK: Milliyet
25.03.2025
YAZAR: ZEYNEP ERDOĞAN






K vitamininin bebeklerdeki büyük önemi!

“K vitamini pıhtılaşma üzerine çok etkilidir“
Ailelerin aşı karşıtlığının yenidoğan bebeklerinde ciddi sağlık sorunlarına yol açtığını belirten Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Doç. Dr. Yakup Çağ, “Doğumdan hemen sonra yapılması gereken K vitamini bebekler için hayati önem taşıyor. K vitamini eksikliği hafif kanamaya ve iç organlarda kanamaya neden olabilir. En tehlikelisi beyin içi kanamalarına kadar giden tabloya neden olabilmesidir” dedi.
Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Doç. Dr. Yakup Çağ, doğumdan hemen sonra yapılması gereken K vitamini uygulamasının, bebekler için hayati önem taşıdığını belirterek, “K vitamini pıhtılaşma üzerine çok etkin bir vitamindir. K vitamini eksikliği hafif kanamaya ve iç organlarda kanamaya neden olabilir. En tehlikelisi beyin içi kanamalarına kadar giden tabloya neden olabilmesidir” diye konuştu.
“K vitamini pıhtılaşma üzerine çok etkilidir”
K vitamininin yenidoğan bebeklerde pıhtılaşma için gerekli olduğunu dile getiren Doç. Dr. Çağ, “K vitamini, yağda eriyen vitaminler arasında yer alır ve pıhtılaşma üzerine çok etkilidir. Özellikle bazı pıhtılaşma faktörlerinin aktif hale gelmesi için çok önemli bir rolü vardır. Yenidoğan bebeklerde K vitamini eksikliğinin temel sebepleri arasında anneden yeterli miktarda K vitamini geçmemesi, bağırsak florasının henüz tam olarak oluşmaması ve anne sütünde yetersiz olması yer alır” ifadelerini kullandı.
“Bebeklere k vitamini aşısı ve d vitamini takviyesi yapılmalıdır”
Anne sütünde yeterli miktarda K vitamininin olmadığını ifade Doç. Dr. Çağ, “Anne sütündeki eksikliğe bağlı olarak her doğan bebeğe mutlaka K vitamini aşısı ve ilave olarak D vitamini takviyesi yapılmalıdır. K vitamini eksikliğinde kanamalar meydana gelebilir. Bu kanamalar, basit kanamalar da olabilir, iç kanamalara da yol açabilir. Ya da sünnet bölgesindeki kanamalar olarak kendini gösterebilir. Bunun en tehlikelisi ise beyin içi kanamalardır” diye konuştu.
“K vitamini eksikliği, beyin içi kanamalara yol açabilir”
Doç. Dr. Yakup Çağ şunları söyledi:
“K vitamini eksikliği, beyin içi kanamalara yol açabilir ve uzun vadede sakatlıklara neden olabilir. Bu kanamalar, bazen maalesef ölüme kadar gidebilir. Bu nedenle, K vitamini her yenidoğan bebeğe yapılmalıdır. İster prematüre olsun ister normal zamanında dünyaya gelsin, her bebek için K vitamini aşısı elzemdir. Eğer yapılmazsa, bu bebeklerde kanama riski oldukça yüksektir ve bu risk en az 6 ay devam edebilir.”
KAYNAK: Kardeş Haber
K vitamininin bebeklerdeki büyük önemi! – ANSAS HABER
25.03.2025
YAZAR: ZEYNEP ERDOĞAN

KÖR EDEN AKIM: SOSYAL MEDYADA KIRLANGIÇ OTU TEHLİKE ÇANLARI ÇALDIRTIYOR

Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları Anabilim Dalı öğretim üyelerinden Dr. Ali Osman Gündoğan, kırlangıç otu özsuyu göze damlatıldığı taktir de kalıcı görme kaybına neden olabileceği belirtildi.
Konya Necmettin Erbakan Üniversitesi Tıp Fakültesi'nden Dr. Ali Osman Gündoğan, kırlangıç otu özsuyu göze damlatılmasıyla ilgili olarak, "Halk arasında 'gözlük kırdıran' otu olarak bilinen bitkinin çok fazla reklamı yapılmakta. Bu damlalar, steril olmayan ortamlarda, doğada göze uygulanmakta. Bu uygulamalarda geriye dönüşsüz kör kalma hatta kornea nakline kadar gidebilir" şeklinde konuştu.
Dr. Ali Osman Gündoğan, "Son zamanlarda sosyal medya üzerinde kırlangıç otu dediğimiz, halk arasında 'gözlük kırdıran' otu olarak bilinen bitkinin çok fazla reklamı yapılmakta. Bu mucizevi bir ilaç olarak lanse ediliyor. Bazı sosyal medya mecralarında katarakt, sarı leke, hipermetrop ve astigmat gibi görme kusurlarına iyi geldiği, bunları tedavi ettiği yönünde çok ciddi iddialar atılıyor. Bizim bilgimiz dahilinde olmayan takipli hastalarımızdan kendileri gönüllü olarak kırlangıç otunu gözlerine damlattırmışlar, daha sonrasında bizden muayene talep ettiler. Biz de o hastalarımıza normal kontrollerini yaptığımızda, geçmiş dosya kayıtlarını da incelediğimizde muayenelerini karşılaştırdık. Göz numaralarında, kataraktta, göz tansiyonlarında, herhangi bir iyileşme, herhangi bir gelişme görmedik" ifadelerini kullandı.
Dr. Gündoğan, "Bu damlalar, steril olmayan ortamlarda, doğada göze uygulanmakta. İçinde bulunan toksik maddeler nedeniyle göz gibi hassas bir organda tahrişe, enfeksiyonlara ve alerjik reaksiyonlara neden olabilir. Vatandaşlarımızın çok dikkatli olması gerekiyor. Kesinlikle sosyal medya akımlarına kapılıp da bunları yapmasınlar. Kesinlikle göz hekimlerine danışmaları gerekmektedir. Bu uygulamalarda geriye dönüşsüz kör kalma hatta kornea nakline kadar gidebilir. Kırlangıç otunun gözde herhangi bir fayda sağladığıyla alakalı literatürde bir çalışma bulunmamaktadır. Bu nedenle de bu bitkinin fayda sağladığı bilimsel kanıtı yok" dedi. Tıbbi Patoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Pembe Oltulu’nun yorumu ise "Konuyla ilgili olumlu ya da olumsuz bir sonuç göremedik. Bu damlatılan materyalin, kuru gözü tedavi ettiği iddia ediliyor. Bu durumda goblet hücrelerinin artması gerekir, araştırmamızda böyle bir veri bulamadık" vurgusunu yaptı.
Kırlangıç otu (Chelidonium majus), halk arasında bilinen adıyla 'temre otu' veya 'temre dikenotu' olarak adlandırılmaktadır. Apaveraceae (gelincikgiller) familyasından yer alan bu bitki türü, Türkiye'de sıkça görülen bir bitkidir ve genellikle 30-80 cm uzunluğu bulunur.
Yaprakları bölümlü ve kenarları dişlidir, yaprakları genellikle mavimsi-yeşil bir renkte görülür.
Çiçekleri: Sarı renkli, dört yapraklı ve küçük boyutlu bir yapıya sahiptir.
Sütlü Özü: Bitkinin dalı kırıldığında veya yaprakları ezildiğinde turuncu ya da sarımsı renkte sütlü bir öz oluşturur.
KAYNAK: Haber3
26.03.2025
YAZAR: ZEYNEP ERDOĞAN




KANSER TEDAVİSİ SÜRECİNDE KULLANILAN 5 İLACINDA DAHİL OLDUĞU 16 İLAÇ GERİ ÖDEME KAPSAMINA GİRDİ

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Işıkhan, Resmi Gazete'de yayımlanan düzenlemeye göre, kanser tedavisi sürecinde kullanılan 5 ilacında dahil olduğu 16 ilaç geri ödeme kapsamına girdiğini duyurdu.
"Sosyal Güvenlik Kurumu Sağlık Uygulama Tebliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Tebliğ", Resmi Gazete de yayımlandı.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Işıkhan, sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda, dirençli multipl miyelom, prostat ve cilt kanseri, ileri evre kronik böbrek yetmezliği, genetik periferik nörolojik bozukluk, çocuklarda otizm spektrum bozukluğu, şizofreni, HIV-1 enfeksiyonu ve venöz yetmezlik tedavisinde kullanılan 8'i yerli üretim olmak üzere 16 ilacın geri ödeme kapsamına alındığını duyurdu.
Aile hekimlerinin yazdığı ilaçların miktarında artış düzenlemesi
Bakan Işıkhan, aile hekimlerinin reçete edebildiği geri ödeme kapsamındaki ilaç sayısını çoğalttıklarını ve birçok ilacın rapor sürelerini uzattıklarını da belirtti.
Aile hekimleri ve iç hastalıkları uzmalarının rapor düzenleyebileceği ilaç sayısı da yükseltildiğini söyledi. Kardiyolojik, dermatolojik ve göz hastalıkları ile diyabet, hipertansiyon, major depresyon ve daha pek çok hastalığın tedavi sürecinde kullanılan ilaçlar ve çölyak tedavisinde kullanılan ürünlere erişim daha kolay hale geldi.
Işıkhan paylaşımında, "İlaçların hastalarımıza şifa olmasını temenni ediyor, vatandaşlarımıza sağlıklı bir ömür diliyorum" vurguladı.
KAYNAK: TRT Haber
26.03.2025
YAZAR: ZEYNEP ERDOĞAN

Ağız Yaralarını hafife almayın: büyük sağlık problemlerinin habercisi olabilir!

Ağız içinde iyileşmeyen yaralar, dilde şişlik ya da hafif rahatsızlıklar genellikle önemsenmez. Ancak uzmanlar bu belirtilerin ağız kanserinin erken evre işaretleri olabileceğine dikkat çekiyor. Erken teşhis edilmediğinde ağız kanseri hızla yayılabiliyor.
Ağız içinde geçmeyen yaralar, dilde veya damakta oluşan şişlikler, hafif ağrılar ya da konuşurken, çiğnerken hissedilen küçük rahatsızlıklar… Çoğu zaman önemsenmez. Oysa bu belirtiler, ağız kanserinin ilk işaretleri olabilir. Ağız kanseri, erken teşhis edilmediğinde hızla yayılan, hayati risk taşıyan ve kişinin yaşam kalitesini ciddi şekilde etkileyen bir hastalıktır. Türkiye’de her yıl artan vaka sayılarıyla birlikte ağız sağlığına dikkat çekmek her zamankinden daha önemli hale geliyor.
Ağız Kanseri Nedir?
Ağız kanseri, ağız boşluğu içindeki dokularda yani dudak, dil, diş eti, yanak içi, damak ve ağız tabanında başlayan bir tür kötü huylu tümördür. Bu kanser türü, genellikle ağız içi mukozasında oluşan hücrelerin kontrolsüzce çoğalması sonucu ortaya çıkar. En sık karşılaşılan formu, skuamöz hücreli karsinomdur. Bu hücre tipi, ağız içini kaplayan ince tabakada bulunur ve burada meydana gelen hücresel bozulmalar zamanla kansere dönüşebilir.
Ağız Kanseri Neden Olur?
Ağız kanserinin tek bir nedeni yoktur; ancak bazı alışkanlıklar ve risk faktörleri bu hastalığın gelişmesinde oldukça etkilidir. Sigara içmek, tütün çiğnemek ve alkol tüketmek başlıca nedenler arasındadır. Özellikle sigara ile alkol birlikte kullanıldığında risk ciddi oranda artar. Bunun dışında uzun süreli güneşe maruz kalan dudaklarda da kanser gelişebilir.
Human Papilloma Virüsü (HPV) enfeksiyonları da ağız kanseri riskini artıran etmenlerden biridir. Özellikle HPV-16 tipi, ağız içindeki bazı tümörlerin oluşumunda rol oynayabilir. Kötü ağız hijyeni, dişeti hastalıkları, sağlıksız ve dengesiz beslenme, bağışıklık sisteminin zayıf olması da riski yükselten diğer unsurlar arasında yer alır.
Ağız Kanserinin Belirtileri Nelerdir?
Ağız kanseri genellikle erken dönemde belirti vermez ya da çok hafif belirtiler gösterdiği için gözden kaçabilir. Ancak şu işaretlere dikkat etmek hayati önem taşır:
-
Ağız içinde iyileşmeyen yaralar
-
Dil üzerinde veya ağız içinde oluşan beyaz ya da kırmızı lekeler
-
Dilde, damakta ya da yanak içinde meydana gelen şişlikler
-
Çiğneme, yutkunma ya da konuşma sırasında ağrı
-
Ağız kokusu, ses kısıklığı, çene hareketlerinde kısıtlılık
-
Boyun lenf bezlerinde şişlik
Bu belirtiler iki haftadan uzun sürüyorsa mutlaka bir diş hekimi ya da kulak burun boğaz uzmanına başvurulmalıdır. Unutulmamalıdır ki erken tanı, tedavinin başarısını önemli ölçüde artırır.
Bu gruptaki kişilerin düzenli kontrollerini ihmal etmemesi gerekir.
Ağız Kanseri Nasıl Teşhis Edilir?
Ağız kanserinin tanısı için öncelikle ağız içi fiziksel muayene yapılır. Şüpheli lezyonlardan örnek alınarak biyopsi yapılması teşhisi kesinleştirir. Gerekli durumlarda bilgisayarlı tomografi (BT), manyetik rezonans görüntüleme (MR) veya PET taramaları da kullanılarak tümörün yayılımı değerlendirilir.
Tedavi Yöntemleri Nelerdir?
Ağız kanserinde tedavi planı, hastalığın evresine, tümörün konumuna ve hastanın genel sağlık durumuna göre belirlenir. Genellikle cerrahi müdahale ile tümörlü dokunun alınması temel tedavi yöntemidir. İleri evrelerde cerrahiye ek olarak radyoterapi ve kemoterapi uygulanabilir. Erken evrede yakalanan vakalarda tedavi başarı oranı oldukça yüksektir
Ancak tümörün bulunduğu bölgeye göre çiğneme, yutma ve konuşma fonksiyonları etkilenebileceğinden, bazı durumlarda hastalara rehabilitasyon desteği verilmesi gerekebilir.
Ağız Kanserinden Korunmak İçin Neler Yapılmalı?
Ağız kanserinden korunmak için öncelikle risk faktörlerinden uzak durmak gerekir. Sigara ve alkol tüketiminden vazgeçmek en etkili korunma yöntemidir. Ağız hijyenine dikkat edilmesi, diş ve diş eti hastalıklarının zamanında tedavi edilmesi, düzenli ağız kontrolleri, takma diş veya protez kullanılıyorsa düzenli olarak kontrol ettirilmesi önemlidir.
HPV enfeksiyonlarına karşı aşılanmak da korunmada etkili bir yöntem olarak öne çıkmaktadır. Ayrıca, sağlıklı ve dengeli beslenmek, bol sebze ve meyve tüketmek, bağışıklık sistemini güçlü tutmak ağız kanserine karşı genel vücut direncini artırır.
KAYNAK: Kardeş Haber
26.03.2025
YAZAR: ZEYNEP ERDOĞAN

Ramazan Bayramı Süresince Sağlıklı Bir Şekilde Beslenmenin Yolları

Dr. Öğr. Üyesi Zeynep Güler Yenipınar, bayram süresince sağlıklı ve dengeli bir beslenme düzenine geçiş yapmanın önemine değindi.
Ramazan ayının bitmesiyle birlikte, uzun süreli açlık sonrası beslenme alışkanlıklarının eski düzenine gelmesi için dikkat edilmesi gereken bazı önemli hususlar bulunuyor.
Dr. Öğr. Üyesi Zeynep Güler Yenipınar, Ramazan ayı boyunca öğün sayısının azalması ve metabolizmanın yavaşlamasının ardından bayram süresinde sağlıklı ve dengeli bir beslenme düzenine geçişin önemine değindi.
Bayram Sabahında Güne Sağlıklı Bir Kahvaltı İle Adım Atın
Dr. Yenipınar, bayram sabahları genel olarak şölen havasında geçtiğini söyleyerek, “Bayram kahvaltısında börek, çörek gibi karbonhidrat ağırlıklı yiyecekler yerine; yumurta, peynir, zeytin, ceviz, mevsim yeşillikleri ve tam tahıllı ekmek içeren geleneksel Türk kahvaltısı tercih edilmelidir” ifadelerine yer verdi.
Yenipınar, bayram ziyaretlerinde tatlı ikramlarının fazla olacağına değinerek, kahvaltıda bal, reçel gibi tatlı yiyeceklerin tüketilmemesi gerektiğinin vurgusunda bulundu.
Metabolizmayı Güçlendirmek Adına Öğün Sayısında Artış Yapın
Ramazan süresince azalan öğün sayısına dikkat çeken Yenipınar, bayramla birlikte bu düzenin yeniden dengelenmesi gerektiğini söyledi.
“Ara öğünlere yağsız süt, fındık, badem gibi sağlıklı atıştırmalıklar ekleyerek metabolizma hızınızı artırabilirsiniz” diyen Yenipınar, sağlıksız atıştırmalıklardan kaçınılması gerektiğini söyledi.”
Şerbetli Tatlılardan Kaçının, Tercihlerinizi Sütlü Tatlılardan Yana Kullanın
Bayramda en yaygın beslenme hatalarından biride fazla miktarda şerbetli tatlı ve hamur işi tüketimi olduğunu ifade eden Dr. Yenipınar, “Şekerin vücutta fazladan depolanması kilo artışına neden olabilir ve kan şekeri dengesizliğine yol açabilir. Bu nedenle, tatlı tercihi şerbetli tatlılar yerine sütlü tatlılardan yana kullanılmalıdır”söyledi.
Lifli Gıdaları Öğününüzden Eksik Etmeyin
Ramazan ayı boyunca bağırsak düzeninde değişikliklerin olabileceğini belirten Yenipınar, bayramda lif (posa) alımını artırmanın sindirim sağlığı yönünden önemine dikkat çekti.
“Kızartma ve ağır yemekler yerine, ızgara, haşlama veya buğulama yöntemiyle pişirilen yemekleri tercih etmelisiniz. Tam tahıllı ekmek, kuru baklagiller ve sebzeler bağırsak sağlığınızı koruyacaktır” diyen Yenipınar, gün içerisinde minimum 5 porsiyon sebze ve meyve tüketilmesinin önerisinde bulundu.
FİZİKSEL AKTİVİTEYİ GÜNLÜK RUTİNİNİZE DAHİL EDİN
Bayram zamanı tüketilen enerji miktarının arttığını söyleyen Dr. Yenipınar, “Fiziksel aktivitenin metabolizmayı hızlandırmaya yardımcı olduğunu unutmamalıyız. Gün içinde kısa yürüyüşler yaparak aldığınız enerjiyi dengeleyebilirsiniz” dedi.
SIVI TÜKETİMİNİ ARTTIRIN
Ramazan boyunca azalan sıvı alımına dikkat çeken Yenipınar, “Bayramda da vücudun sıvı dengesini korumak için günlük en az 2,5 litre su içilmelidir. Çay ve kahve tüketimi ise 2-3 fincanı geçmemelidir, çünkü fazla kafein vücuttan sıvı kaybına neden olabilir” şeklinde uyardı.
Bayramda Yeni Beslenme Düzenine Geçiş Süreci Olarak Kullanın
Beslenme düzeninde görülen ani değişimlerin sağlık problemlerine yol açabileceğini belirten Dr. Yenipınar, bayramın Ramazan öncesi beslenme düzenine geçiş süreci için bir fırsat olduğunu vurguladı.
“İlk gün hafif beslenerek başlayıp, porsiyonları dikkatli ayarlamalı, üçüncü günde ise normal beslenme düzenine kademeli olarak geçiş yapılmalıdır” diyen Yenipınar, bayram boyunca dengeli beslenmenin önemine değindi.
KAYNAK: Hürriyet
27.03.2025
YAZAR: ZEYNEP ERDOĞAN






KANSERLE MÜCADELEDE, GSK VE OXFORD’UN YENİ OLUŞTURDUĞU İŞ BİRLİĞİ

GSK ve Oxford Üniversitesi, kanserin önlenmesine yönelik yenilikçi yöntemler geliştirmek amacıyla “GSK-Oxford Kanser İmmün Önleme Programı”nı başlatıığını duyurdu. Bu yenilikçi iş birliği, GSK’nın bağışıklık sistemi biliminde olan uzmanlığını, Oxford’un kanser öncesi (prekanseröz) biyolojisi ve bağışıklık araştırmalarıyla destekliyor.
Kanserin nasıl geliştiği ile ilgili önemli veriler elde etmek ve bu bulgularda kanser tedavi sürecinde bağışıklık geliştirmek amacıyla translasyonel araştırmalara odaklanılacak çalışmada GSK, bu erken dönem araştırmalarını desteklemek için üç yıl boyunca 50 milyon pound’a kadar yatırım yapmayı hedefliyor.
KANSER RİSKİNİ AZALTMADA YENİLİKÇİ STRATEJİLER
Oxford Üniversitesi’nin dünyaca ünlü kanser öncesi biyoloji araştırmaları, kanserin nasıl oluştuğunu anlamada kritik bir rol oynamakta. Bu program, tümörlere özgü proteinlerin (neoantijenler) bağışıklık sistemi üzerindeki etkilerini gözlemleyerek, kanser hücrelerini hedefleyen yenilikçi tedavi stratejilerini ve aşıların geliştirilmesi için temel hazırlıyor.
GSK’nın Bilimsel Operasyonlar Direktörü Tony Wood, “GSK ve Oxford Üniversitesi bilim insanlarının uzmanlıklarının ışığında ilişkilerimizi güçlendirmekten mutluluk duyuyoruz. “Prekanseröz” biyolojisi üzerine çalışarak ve bağışıklık sistemi bilimi konusundaki uzmanlıklarımızı birleştirerek kanser riski taşıyan bireyler için umut verici yeni yaklaşımlar geliştirmeyi hedefliyoruz” belirtti.
Oxford Üniversitesi Rektörü Prof. Irene Tracey ise, “GSK ile yaptığımız bu iş birliği, kanser araştırmalarında devrim niteliğinde bir adımı temsil ediyor. GSK ile aşı bilimi uzmanlarımız ve immün-onkoloji uzmanlarımızın birikimiyle, kanser aşılarının potansiyelini keşfetmeyi, kanserin önlenmesinde umut ışığı olabilmeyi amaçlıyoruz,” ifadelerine yer verdi.
Birleşik Krallık Bilim ve Teknoloji Sekreteri Peter Kyle da programının önemine değinilen şu açıklamayı kullandı: “Kanser, her aileyi derinden etkileyen bir hastalık. Ancak dünya çapında öncü üniversiteler ve şirketler bir araya geldiğinde, bilim ve inovasyonla bu hastalıkla mücadelede önemli ilerlemeler kaydedilebilir.
GSK ve Oxford Üniversitesi’nin iş birliği, kanseri önleme konusundaki hedeflerimizi desteklerken aynı zamanda ekonomimize de katkı sağlayacaktır.”
KANSER ARAŞTIRMALARININ MÜCADELEDESİNDE SÜRDÜRÜLEBİLİR ORTAKLIK
GSK ve Oxford Üniversitesi’nin 2021 yılında başlattığı “Moleküler ve Hesaplamalı Tıp Enstitüsü” iş birliği ile başlayan bu ortaklık, insan genetiği ve ileri teknolojileri kullanarak özellikle nörodejeneratif alanında kullanılan yeni ilaçların araştırma ve geliştirme süreçlerinin hızı ve başarısı konusunda ilerleme kaydetmiştir. Yeni projelerinde ise her iki kurum, uzmanlık alanlarını birleştirerek kanser biyolojisinde devrim yaratacak buluşların kapısını aralamaya hazırlanıyor.
KAYNAK: Sağlık Haber Gazetesi
https://www.saglikhabergazetesi.com/gsk-ve-oxforddan-kanser-onleme-icin-yeni-is-birligi/
27.03.2025
YAZAR: ZEYNEP ERDOĞAN

Polenlere ‘dikkat: bilinmeyen tehlikesi

Polenlerim solunum yolu rahatsızlıklarını tetiklediğini belirten Göğüs Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Cüneyt Saltürk, erken önlem almanın önemine dikkat çekerek “Polenler, özellikle rüzgarla çok uzak mesafelere taşınarak soluduğumuz havaya karışır. Alerjik bünyeye sahip bireylerde öksürük, hapşırma, burun akıntısı, nefes darlığı ve hırıltılı solunum gibi belirtilere neden olabilir. Ayrıca astımı olan hastalarda atakları tetikleyerek hastalığın kontrolünü zorlaştırabilir” dedi.
Havaların ısınmasıyla doğada polen miktarı artarken, alerjik hastalıklar da kendini göstermeye başlıyor. Bahar aylarında sıkça görülen hapşırık, burun akıntısı ve nefes darlığı gibi şikayetler, alerjisi olan kişilerde yaşam kalitesini düşürebiliyor .Göğüs Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Cüneyt Saltürk, polenlerin solunum yolunu etkileyerek alerji ve astımı tetikleyebileceğini belirtti.
“Polenler astım ve alerjiyi tetikliyor”
Bahar aylarında atmosferde yoğunlaşan polenlerin solunum yoluyla vücuda girdiğini belirten Prof. Dr. Saltürk, “Polenler, özellikle rüzgarla çok uzak mesafelere taşınarak soluduğumuz havaya karışır. Alerjik bünyeye sahip bireylerde öksürük, hapşırma, burun akıntısı, nefes darlığı ve hırıltılı solunum gibi belirtilere neden olabilir. Ayrıca astımı olan hastalarda atakları tetikleyerek hastalığın kontrolünü zorlaştırabilir” ifadelerini kullandı.
“Alerjisi olan bireyler doktora başvurmalı”
Polenlerden korunmanın en etkili yollarını anlatan Prof. Dr. Saltürk şu önerilerde bulundu:
“Gündüz saatlerinde dışarıda uzun süre kalmayın. Polenler özellikle sıcak ve kuru havalarda yoğunlaşır. Bu nedenle sabah erken saatlerde veya akşam saatlerinde dışarı çıkmayı tercih edin. Dışarıdan eve geldiğinizde kıyafetlerinizi değiştirin ve duş alın. Polenler saç ve kıyafetlere yapışarak ev içine taşınabilir. Ev ve araba filtrelerini düzenli olarak temizleyin. Özellikle mart ayında polenlerin yoğun olduğu dönemlerde filtrelerin değiştirilmesi önemlidir. Sigara ve tütün dumanından uzak durun. Sigara, alerjik reaksiyonları şiddetlendirerek solunum yollarının hassasiyetini artırabilir. Alerjisi olan bireyler mart ayı başlamadan doktora başvurmalı. Önceki yıllarda polen alerjisi yaşayan kişilerin, bahar ayları öncesinde alerji testleri yaptırarak gerekli tedaviye başlamaları önerilmektedir.”
“Bu hastalıklar okul ve iş hayatında verimi düşürebilir”
Polen alerjisinin gündelik yaşamı olumsuz etkileyebileceğini belirten Prof. Dr. Saltürk, “Bu hastalıklar okul ve iş hayatında verimi düşürebilir. Özellikle burun tıkanıklığı, nefes darlığı ve hırıltılı solunum, günlük aktiviteleri zorlaştırır. Ciddi vakalarda astım ataklarına neden olarak acil müdahale gerektirebilir. Polenler her yıl farklı yoğunlukta görülüyor. Rüzgarla geniş alanlara yayılıyor. Alerji geçmişi olan bireylerin her bahar döneminde kontrollerini ihmal etmemesi gerekmektedir” diye konuştu.
KAYNAK: Kardeş Haber
https://ansashaber.wordpress.com/2025/03/26/polenlere-dikkat-bilinmeyen-tehlikesi/
27.03.2025
YAZAR: ZEYNEP ERDOĞAN

Bayram Sofralarında Kandırmaca: Sahte ve Gerçek Baklavayı Nasıl Ayırt Ederiz? Verilen İpuçlarına Dikkatle Kulak Verin...

Ramazan Bayramı yaklaşırken baklava alışverişi hızla çoğalıyor. Ancak, piyasada glikoz şurubu, margarin ve düşük kaliteli malzemelerle üretilen sahte baklavaların sayısı gittikçe çoğalıyor. Gerçek baklavayı taklitlerinden ayırt etmenin ipuçlarını öğrenerek, bayram sofranızda hem sağlıklı hem de lezzetten ödün vermezsiniz!
Ramazan Bayramı’nın en tatlı geleneklerinden biri şüphesiz ki baklavadır. Ancak bu eşsiz lezzet, her geçen yıl artan sahte ve kalitesiz baklava tehlikesiyle gözlerden uzaklaşıyor. Gerçek baklava yerine, ucuz malzemelerle yapılan ve sağlığa zararlı katkılar içeren taklit ürünler piyasada hızla ortaya çıkıyor. Peki, sahte baklavayı nasıl ayırt edersiniz? İşte uzmanların vurguladığı önemli ipuçları…
RENK HİLESİ: BAKLAVA’NIN AŞIRI SARI OLMASINDAN ŞÜPHELENİN
Gerçek baklava, fırından çıktığında altın sarısı bir tona sahiptir. Ancak bazı üreticiler, baklavayı daha cazip hale getirmeye çalıştıkları için yapay gıda boyaları veya aşırı miktarda margarin kullanarak ona fazla parlak bir sarılık verirler. Eğer baklavanın rengi normalden fazla sarıysa veya abartılı bir parlaklık gösteriyorsa, sahte olma ihtimali yüksektir.
BAKLAVA’NIN DOĞAL VEYA KİMYASAL OLDUĞUNU ŞERBET KOKUSUNDAN ANLAYIN!
Gerçek baklava, mis gibi tereyağı ve hafif bir şeker kokusu salar. Ancak, glikoz şurubu ile yapılan sahte baklavalar genellikle yapay bir tatlılık hissi verir. Şerbetin kokusunu aldığınızda aşırı şekerli ve yanık benzeri bir koku hissediyorsanız, dikkatli olmanızda yarar var.
HAMUR İNCELİĞİ VE KAT SAYISI: GÜZEL BİR BAKLAVA’NIN ANAHTARIDIR
Gerçek bir ustanın elinden çıkan baklavanın hamuru o kadar ince olur ki, neredeyse altındaki yazıyı rahatça okuyabilirsiniz. Ayrıca, kaliteli bir baklava genel olarak 40 kat yufkadan oluşur. Eğer baklava kalın, hamuru sert ve lastik gibi bir yapıya sahipse, yufkalar da sayılacak kadar azsa, sahte bir ürünle karşı karşıya olma ihtimaliniz fazladır.
BAKLAVA LEZZETİNİ TEREYAĞINDAN MI YOKSA MARGARİNDEN Mİ SAĞLIYOR?
Baklavanın en önemli bileşenlerinden biri tereyağıdır. Ancak maliyeti düşürmek isteyen bazı üreticiler, margarin veya bitkisel yağ kullanarak hem lezzetten hem de sağlıktan ödün vermekte. Gerçek baklava yerken damağınızda hoş bir tereyağı aroması oluşurken, sahte baklava ise ağızda yapay bir yağ tabakası hissedebilirsiniz.
BAKLAVA’NIN İÇİNDE BULUNAN FISTIK VE CEVİZE ÖNEM VERİN
Kaliteli baklava, bol ve taze Antep fıstığı ya da ceviz içerir. Ancak bazı sahtekarlar, içine boya katılmış fıstık benzeri ürünler veya bayat cevizler kullanarak maliyeti düşürmeye hedefler. Eğer fıstık yeşilden çok kahverengiye çalıyorsa veya cevizlerin tadı acıysa, o baklavadan uzak durmanızda fayda var. Usta baklavacılar, düşük maliyetli üretim yapan bazı yerlerin gerçek Antep fıstığı yerine bezelye, ıspanak ve hatta boyalı yer fıstığı kullandığını ifade ediyorlar. Yeşil rengi nedeniyle kurutulup öğütülen bezelye, fıstığın yerine konuluyor ancak yeterince aromatik olmadığı için hafif unumsu ve tatsız bir his veriyor. Benzer biçimde, püre haline getirilen ıspanak da fıstıklı harca eklenerek maliyet düşürülüyor. Ispanağın tadı baskın olmadığı için çoğu kişi bu hileyi fark etmeden tüketiyor. Daha da ileri giden bazı üreticiler, sarı renkteki yer fıstığını gıda boyası ile yeşile boyayarak Antep fıstığı görüntüsü veriyor. Cevizli baklavada da durum farklı değildir. Gerçek ceviz yerine öğütülmüş ekmek kırıntıları karışıma eklenerek iç harç dolgunlaştırılıyor. Ancak yerken ceviz tadının eksikliği kolayca anlaşılıyor.
ŞERBETİN ÖNEMİ! YOĞUNLUĞU VE YAPIŞKANLIĞINDAN NASIL ANLARIZ?
Gerçek baklavada, hafif ve akışkan bir şerbet kullanılırken, sahte baklavanın şerbeti genellikle aşırı koyu ve yapışkan olur. Şerbete parmağınızı değdirin, eğer yapışkan ve ağır bir his bırakıyorsa, büyük ihtimalle içinde glikoz şurubu kullanılmış olabilir.
FİYAT TUZAĞINA DİKKAT!
Kaliteli malzemelerle yapılan gerçek bir baklava, belirli bir maliyet gerektirir. Eğer piyasadaki fiyatların çok altında bir baklava satışa sunulmuşsa, kullanılan malzemelerin kalitesinden şüphelenmek gerekir. Unutmayın, gerçek Antep fıstığı ve sade yağla yapılan baklava asla ucuz değildir.
KAYNAK: Karar
28.03.2025
YAZAR: ZEYNEP ERDOĞAN




Luteolin, saç beyazlamasını önüne geçebilir mi? Bilimsel araştırmalar ne anlatıyor?

Diyetisyen Gamze Çakaloğlu, maydanoz, kereviz ve brokoli gibi sebzelerde görülen luteolin adlı flavonoidin, saç beyazlamasını önüne geçme ve hücresel yaşlanmayı geciktirme potansiyeline sahip olabileceğini belirtti. Dyt. Çakaloğlu, “Maydanoz, kereviz ve brokoli gibi luteolin açısından zengin sebzelerin düzenli tüketimi, saç sağlığını destekliyor. Bu sebzeleri günlük beslenme düzeninize dahil etmek, hem yaşlanma sürecini yavaşlatabilir hem de genel sağlığınızı destekleyebilir. Luteolinin yalnızca saç sağlığına değil, aynı zamanda kalp ve beyin sağlığına da olumlu katkılar sağlıyor” söyledi.
Beslenme ve Diyet Bölümü’nden Dyt. Gamze Çakaloğlu, Japonya’daki Nagoya Üniversitesi ve Harvard Üniversitesi tarafından gerçekleştirilen bilimsel çalışmaların, luteolinin saç köklerindeki melanosit hücrelerini koruyarak, saç renginin daha uzun süre korunmasına yardımcı olabileceğini ortaya koyduğunu dile getirdi. Saç beyazlamasına etki eden sebepleri anlatan Dyt. Çakaloğlu şunları dedi:
“Nagoya Üniversitesi'nde yapılan deneylerde, genetik olarak erken beyazlamaya yatkın hale getirilen farelere luteolin takviyesi verildi. 16 hafta sonunda, luteolin verilen farelerin tüylerinin büyük ölçüde orijinal rengini koruduğu gözlemlendi. Luteolinin endotelin adlı bir peptidin seviyesini koruyarak pigment üretimini desteklediği düşünülüyor.”
Dyt. Çakaloğlu, “Harvard Üniversitesi’nde yapılan bir başka çalışmada ise stresin, saç köklerindeki pigment hücrelerini hızla tükettiği tespit edildi. Kronik stres saç beyazlamasını hızlandırırken, luteolinin yaşlanma sürecinde etkili olduğu bilinen p16INK4A geninin aktivitesini azaltarak hücrelerin daha uzun süre genç kalmasını sağlayabileceği düşünülüyor. Luteolinin yalnızca saç beyazlamasını geciktirmekle kalmayıp, kalp sağlığını ve beyin fonksiyonlarını da olumlu etkililyor” ifadelerini kullandı.
“2017 yılında Avrupa Kardiyoloji Derneği tarafından yayımlanan bir araştırma, saçın beyazlamasına neden olan oksidatif stresin aynı zamanda kalp damarlarını da olumsuz etkileyerek kalp hastalıkları riskini artırabileceğini gösterdi” Çakaloğlu, luteolinin antioksidan ve anti-enflamatuar özellikleri sayesinde Alzheimer gibi nörodejeneratif hastalıklara karşı koruyucu bir rol gösterebileceğini anlattı.
"TAKVİYE UZAK DURUN, ONUN DOĞAL BESİNLERE YÖNELİN"
Luteolinin yaşlanma karşıtı etkilerinin umut verici olduğunu vurgulayan Dyt. Çakaloğlu, doğrudan takviye alımına karşı uyarıda bulunarak şu açıklamada bulundu:
“Luteolin içeren besinleri doğal yollarla tüketmek en güvenli yöntemdir. Ancak yüksek doz luteolin takviyesi almak, hücre yenilenmesini hızlandırırken kontrolsüz hücre bölünmesine yol açarak kanser riskini artırabilir. Maydanoz, kereviz ve brokoli gibi luteolin açısından zengin sebzelerin düzenli tüketimi, saç sağlığını destekliyor. Bu sebzeleri günlük beslenme düzeninize dahil etmek, hem yaşlanma sürecini yavaşlatabilir hem de genel sağlığınızı destekleyebilir.”
KAYNAK: Cumhuriyet
28.03.2025
YAZAR: ZEYNEP ERDOĞAN

Ayakkabılara dikkat! enfeksiyona sebep olabiliyor

Ayak kokusu, mantar enfeksiyonları ve yavaş iyileşen yara sorunlarının ortak noktasının hijyen eksikliği olduğunu söyleyen Podolog Beste Altınordu, “Asıl tehlike, ayakta bulunan bakterilerin ciltteki çatlaklardan vücuda girerek enfeksiyona yol açması. Bu nedenle günde en az 1 kez, tercihen 2 kez ayaklarınızı sabunla yıkayın. Parmak aralarını ıslak bırakmayın. Pamuklu ve nefes alan çoraplar tercih edin. Aynı ayakkabıyı iki gün üst üste giymeyin, havalandırın ” dedi.
Ayak hijyeninin kötü kokuyu önlediğini, mantar ve bakteriyel enfeksiyonlara karşı kalkan görevi gördüğünü belirten Biruni Üniversitesi’nden Podolog Beste Altınordu, ayak sağlığını korumanın tüyolarını paylaştı.
“Ayakta bulunan bakteriler enfeksiyona yol açabilir”
Ayakların gün içinde ayakkabı içinde kapalı kaldığını, terle birlikte nemin arttığını, bunun da bakteriler için ideal ortam yarattığını açıklayan Altınordu, şöyle konuştu:
“Bilimsel araştırmalara göre, ayaklarını her gün düzenli yıkayan bireylerin cilt yüzeyinde yaklaşık 8 bin 800 bakteri bulunurken, iki günde bir yıkayanlarda bu sayı 1 milyonun üzerine çıkıyor. Ayak kokusu ise genellikle terle ilişkilendirilse de asıl neden, teri parçalayan bakteriler. Staphylococcus bakterileri terdeki amino asitleri parçalayarak isovalerik asit üretiyor ve bu kimyasal ‘peynirimsi, asidik’ bir kokuya neden oluyor. Bu koku sosyal açıdan rahatsız edici olabilir ancak asıl tehlike, bu bakterilerin ciltteki çatlaklardan vücuda girerek enfeksiyona yol açması.”
“Parmak araları mantarların yerleşmesi için uygun ortam”
Ayakta en sık karşılaşılan problemlerden biri de atlet ayağı (tinea pedis) adı verilen mantar enfeksiyonu olduğunu belirten Altınordu, “Parmak aralarında nem kaldığında, bu bölge mantarların yerleşmesi için uygun ortam haline gelir. Kaşıntı, kızarıklık, çatlama, şişlik ve kötü koku gibi şikayetlerle karşımıza çıkar ” ifadelerini kullandı.
Cilt bariyerinin bozulmasının, bakterilerin derinin alt katmanlarına ulaşmasına neden olduğunu açıklayan Altınordu “Bu da selülit gibi ciddi yumuşak doku enfeksiyonlarına yol açabilir ” dedi.
“Diyabet hastaları daha fazla özen göstermeli”
Diyabet hastalarının ayak hijyenine daha fazla özen göstermesi gerektiğini belirten Altınordu, şunları kaydetti:
“Diyabet, kan dolaşımını ve sinir hassasiyetini azaltır. Bu nedenle ayakta oluşan küçük bir yara bile fark edilmeden büyüyebilir. Aynı zamanda bu yaraların iyileşmesi daha uzun sürer. Eğer bakteri veya mantar bulaşırsa, ciddi enfeksiyonlara, hatta ülser veya ampütasyona kadar gidebilecek sonuçlara neden olabilir.”
“Günde iki kez ayak yıkamak bakterileri kontrol altına alır”
Günde en az bir kez, tercihen sabah ve akşam olmak üzere iki kez ayak yıkamanın bakterilerin kontrol altına alınması açısından büyük önem taşıdığını aktaran Altınordu, şunları söyledi:
“Yıkamanın ardından özellikle parmak aralarının iyice kurulanması gerekiyor. Nemli kalan bölgeler, mantar enfeksiyonlarına davetiye çıkarır. Özellikle atlet ayağı dediğimiz tinea pedis, bu şekilde yayılır.”
“Küçük bir yara bile büyük risk taşıyor”
Staphylococcus ve Pseudomonas gibi bakterilerin açıklardan vücuda girerek enfeksiyona yol açabileceğini anlatan Altınordu, “Ayak derisinde oluşan küçük çatlaklar veya kesikler, gözle görülmeyen ama tehlikeli mikroorganizmalar için açık kapı anlamına gelebilir. Ayakta iyileşme süreci diğer bölgelere göre daha yavaştır. Bu yüzden enfeksiyon riski daha yüksektir, ihmal edilmemelidir ” dedi.
“Parmak aralarını ıslak bırakmayın”
Ayak sağlığı için önerilerde bulunan Altınordu, şunları söyledi:
“Günde en az 1 kez, tercihen 2 kez ayaklarınızı sabunla yıkayın. Parmak aralarını ıslak bırakmayın. Pamuklu ve nefes alan çoraplar tercih edin. Aynı ayakkabıyı iki gün üst üste giymeyin, havalandırın. Ayakta yara, kızarıklık, pullanma varsa geç kalmadan uzmana danışın.”
“Beden sağlığı ayaktan başlar”
Ayak bakımının yalnızca estetik değil, genel sağlık açısından da hayati olduğunu söyleyen Altınordu, “Ayak bakımı sadece pedikürden ibaret değil. Düzenli temizlik, doğru kurutma ve uygun ayakkabı seçimiyle ayaklarınızı mantar, bakteri ve kötü kokudan koruyabilirsiniz. Ayakta başlayan hijyen, tüm vücudu etkiler ” uyarılarında bulundu.
KAYNAK: Kardeş Haber
https://ansashaber.wordpress.com/2025/03/27/ayakkabilara-dikkat-enfeksiyona-sebep-olabiliyor/
28.03.2025
YAZAR: ZEYNEP ERDOĞAN

Kronik Gribe Sebep Olan Faktörler Arasında, Bir Günde Dört Mevsimi Değişimi

Değişen hava şartlarının beraberinde özellikle kış aylarında sıkça görülen grip ve benzeri hastalıkların artık her mevsimde gözlenebileceğini söyleyen Prof. Dr. Şevket Özkaya, “İklim değişikliklerinin etkisiyle, mevsimsel hastalıklar, mevsim fark etmeksizin her dönemde karşımıza çıkmaya başladı. Bir günde dört mevsim yaşamak, vücudumuzu sistemik olarak hemen etkileyerek, kolayca ateş, öksürük, halsizlik, uzun süren yorgunluk ve eklem ağrıları gibi şikayetlere neden olabiliyor. Hatta, bu belirtiler, en ufak bir ısı değişikliğinde tekrarlayarak ‘kronik grip’ halini alabiliyor “ifadesini yaptı.
Altınbaş Üniversitesi Göğüs Hastalıkları Anabilim dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Şevket Özkaya, hava koşullarının değişmesiyle birlikte özellikle kış aylarında sıklıkla görülen grip ve benzeri hastalıkların artık her mevsimde olabileceğinin vurgusunu yaptı.
‘BU BELİRTİLERE DİKKAT! KRONİK GRİBE DÖNÜŞMEYE NEDEN OLABİLİR’
Prof. Dr. Özkaya, “İklim değişikliklerinin etkisiyle, mevsimsel hastalıklar, mevsim fark etmeksizin her dönemde karşımıza çıkmaya başladı. Bir günde dört mevsim yaşamak, vücudumuzu sistemik olarak hemen etkileyerek, kolayca ateş, öksürük, halsizlik, uzun süren yorgunluk ve eklem ağrıları gibi şikayetlere neden olabiliyor. Hatta, bu belirtiler, en ufak bir ısı değişikliğinde tekrarlayarak ‘kronik grip’ halini alabiliyor” dedi.
‘ERKEKLERDEN GÖRÜLEN ETKİSİ, AGRESİFLİK’
Ani sıcaklık ve iklim değişikliklerinin psikolojik etkisine de dikkat çeken Prof. Dr. Özkaya, “Bu değişimler, anksiyete, endişe, uyku sorunları, kas ağrıları ve yeme bozuklukları gibi fiziksel ve duygusal belirtilere yol açabiliyor. Kadınlar, hava değişimlerine karşı daha hassas olabilirken, erkeklerde ise genellikle uyku problemleri, agresiflik ve tahammülsüzlük gibi davranışsal değişiklikler gözlemlenmektedir” diye belirtti.
KAYNAK: DHA
https://www.dha.com.tr/saglik-yasam/bir-gunde-dort-mevsim-yasamak-kronik-gribe-yol-aciyor-2608597
29.03.2025
YAZAR: ZEYNEP ERDOĞAN

Çikolata kisti ağrısının yaşamsal faaliyet üzerindeki etkileri nelerdir?

Çikolata kisti, dünya genelinde her 10 kadından birini etkileyen, genetik faktörlerin büyük rol aldığı, çoğu zaman ilerleyici, iltihaplı ve kronik bir hastalık olarak gözler önünde bulunuyor. Şiddetli ağrı sebebiyle hastalığın sosyal yaşam, iş hayatı ve evlilikleri olumsuz yönde etkileyebileceğini söyleyen Liv Hospital Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Prof. Dr. Ali Emre Tahaoğlu çikolata kistinin çocuk sahibi olmayı geciktirebileceğinin de dikkatini çekiyor.
“BU ÇİKOLATA ACILI”
Çikolata kisti, kadınların baş belası haline gelen iki ana belirti ile biliniyor: Şiddetli ağrılar ve gebelikte zorluk. Hastalık hafif karın ağrısından yoğun adet sancılarına, hatta cinsel birliktelik sırasında yaşanan ağrılara kadar geniş bir ağrı yelpazesine neden olabiliyor.
Bu durum kadınların iş, sosyal yaşam, evlilik ve partnerleriyle olan ilişkilerini olumsuz yönde etkileyebilir.
Ancak, her kadında aynı şekilde gelişmeyen ve bazen belirti göstermeden ilerleyebileceğini belirten Prof. Dr. Tahaoğlu, endometriozisin yani çikolata kisti tanısı genellikle zor ve geç koyulduğunun önemine değiniyor.
“ENDOMETRİOZİS RAHATSIZLIĞIYLA GÖRÜLEN YAN HASTALIKLAR”
Prof. Dr. Tahaoğlu, “Endometriozis yalnızca ağrılar ve gebelik problemleriyle sınırlı kalmayıp bazı yancı hastalıkları da beraberinde getirebilir. Bunlar arasında fibromiyalji, migren, kronik yorgunluk, ağrılı işeme ve huzursuz bağırsak sendromu yer alıyor” ifadesine yer verdi.
Karın ağrısı, şişkinlik, kabızlık ve ishal dönemleri, endometriozis ve huzursuz bağırsak sendromunun birlikte görülmesiyle ilişkilendirilebileceğini belirten Prof. Dr. Tahaoğlu, “Ay, adet dönemi öncesi ve sonrasında kadınlarda şişkinlik, gaz ve ağrı gibi bağırsak problemlerinin önüne geçmek için mutlaka jinekolojik kontrollerin yapılması gerekir,” söyledi.
KAYNAK: Sağlık Haber Gazetesi
https://www.saglikhabergazetesi.com/cikolata-kisti-agrisi-hayati-nasil-etkiliyor/
30.03.2025
YAZAR: ZEYNEP ERDOĞAN


Bayramda artan acil servis yoğunluğu: Fazla kalp çarpıntısı ve tansiyon atakları çoğaldı

Ramazan Bayramı’nda acil servislerde çoğalan yoğunluğa dikkat çeken Acil Tıp Uzmanı Dr. Kerem Pekbüyük, “Bayramın özellikle ilk iki günü, normal günlere kıyasla acil servis başvurularında yüzde 30 ila 40 oranında artış gözlemliyoruz” söyledi.
Bayram sofralarının ardından gelen acil servislerdeki başvuruların büyük çoğunluğunda kalp-damar sistemi ile ilişkili olduğunu belirten Acil Tıp Uzmanı Uzm. Dr. Kerem Pekbüyük Pekbüyük, “Kalp çarpıntısı yaşayan hastaların bir kısmı daha önce hiçbir tanı almamış oluyor. Genç yaşta, ilk kez bayram sofrasında yaşadığı çarpıntı ya da mide bulantısını hafife alıyor, ama aslında bu tablo ciddiye alınmalı” ifadelerine vurgu yaptı. Özellikle tatlı, tuzlu ve yağlı yiyeceklerin aynı öğünde fazla miktarda tüketilmesinin kalp yükünü artırdığını söyleyen Pekbüyük, “Hipertansiyon hastalarının ilaçlarını aksatması ya da ‘bugünlük almasam da olur’ demesi, bayram günlerini ciddi sağlık krizlerine çevirebiliyor” şeklinde uyarıda bulundu.
Pekbüyük, Ramazan Bayramı’nda acil servislerdeki yoğunluğa dikkat çekerek, “Bayramın özellikle ilk iki günü, normal günlere kıyasla acil servis başvurularında yüzde 30 ila 40 oranında artış gözlemliyoruz” diye belirtti. En sık başvuru nedenlerinin başını göğüs ağrısı, bayılma, baş dönmesi, yüksek tansiyon ve mide ağrıları rahatsızlıkları olduğunu belirten Pekbüyük, “Uzun süren açlık sonrası aniden ağır yemekler yemek, vücudu zorlayabiliyor. Özellikle kronik hastalığı olan kişilerde bu tablo ciddi sonuçlara yol açabiliyor” dedi.
"SİNDİRİM SİSTEMİ PROBLEMLERİNİ GÖZ ARDINDA BULUNMAYIN"
Bayramda görülmekte olan acil vakaların yalnızca kalple sınırlı kalmadığını vurgulayan Pekbüyük, sözlerini şöyle devam ettirdi:
“Mide ağrısı, kusma, şiddetli karın ağrısı, gıda zehirlenmesi gibi vakalar da oldukça sık karşımıza çıkıyor. Evde yapılan ya da uzun süre beklemiş yiyeceklerin tüketimi, sindirim sistemini olumsuz etkileyebiliyor. Kimi zaman safra kesesi taşları veya akut pankreatit gibi ciddi tablolara bile dönüşebiliyor.”
ACİL SERVİSLERDE GÖRÜLEN YOĞUNLUK, ÖNLENEBİLİR NEDENLERLE ÇOĞALIYOR
Uzm. Dr. Kerem Pekbüyük, bayram süresince görülen acil servis yoğunluğunun önemli bir çoğunluğunu aslında önlenebilir olduğunu vurgulayarak, şu uyarılardan bahestti:
“İlaçlar kesinlikle aksatılmamalı. Özellikle tansiyon ve şeker ilaçlarının düzenli kullanımı hayati önem taşır.
Bayramda ‘her şeyden biraz’ anlayışı yerine, bilinçli porsiyon kontrolü yapılmalı.
Göğüs ağrısı, nefes darlığı, ani baş dönmesi gibi belirtiler asla ihmal edilmemeli. ‘Geçer’ denilerek eve kapanmak, zaman kaybı anlamına gelir.”
"BAYRAMI KEYİFLE BİTİRMEK SİZİN KONTROLÜNÜZDE”
Acil servislerin her bayram olduğu gibi bu bayramda da görev başında olduğunu belirten Pekbüyük, “Bayramın keyfini doyasıya yaşamak istiyorsak, sağlığımıza da bayram ettirmeliyiz. Sofraların tadı, bir krizle son bulmasın” sözcüklere yer verdi.
KAYNAK: Cumhuriyet
https://www.cumhuriyet.com.tr/saglik/bayramda-acil-servisler-alarm-veriyor-en-cok-kalp-carpintisi-ve-2314568
31.03.2025
YAZAR: ZEYNEP ERDOĞAN

UYKUSUZLUK: MODERN ÇAĞIMIZIN SORUNU OLDU

Uykusuzluk yalnızca geceleri değil, tüm günü etkileyen bir sorun. Verimsiz uyku yorgunluk, unutkanlık ve düşük motivasyona sebebiyet verirken, uzun vadede ciddi sağlık problemlerine yol açabiliyor. Peki, kesintisiz bir uyku için neler yapılmalı?
Gecenin sessizliğinde tavana boş boş bakanlar, yastığı çevirip duranlar, dalmak için koyun saymaya başlayanlar… Uykusuzluk günümüz insanının en büyük sorunlarından biri haline geldi. Sabah alarm çaldığında yorgun bir biçimde uyanan, gün boyu kahveyle ayakta kalmaya çalışan milyonlarca kişi, “Neden uyuyamıyorum?” sorusuna yanıt aramaktadır.
Peki, neden uyuyamıyoruz? Sebep stres mi, teknoloji mi, düzensiz yaşam mı? Yoksa farkında olmadan yaptığımız yanlışlar mı uykumuzu bizden çalıyor? Tüm merak edilen sorulara cevap almak için Marmara Üniversitesi Pendik Eğitim ve Araştırma Hastanesi Nöroloji Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Kadriye Ağan’la görüştük.
“Insomnia demek için bu şikayetlerin haftada en az 3 gün görülmesi ve en az 3 ay süreyle sürmesi gerekiyor. Bakıldığında bunların yüzde 10’u tedavi gerektiriyor. Kadınlarda ve ileri yaşlarda sık görülüyor.” Marmara Üniversitesi Pendik Eğitim ve Araştırma Hastanesi Nöroloji Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Kadriye Ağan.
GÜNLÜK UYKU SÜRESİ TAKRİBİ OLARAK 8 SAAT ÖNERİLMEKTE
Uyku beynin önemli bir işlevidir. Hem beynin hem de vücuttaki diğer organların yeterli ve sağlıklı anlamda çalışabilmesi için düzgün bir uyku gerektiğini ifadesinde yer veren Prof. Dr. Ağan, “Düzgün bir uyku günde en azından 7-8 saat olmalı. Son yüzyılda insanoğlunun uyku süresi 9 saatten 6,8 saate kadar inmiş. Günlük ortalama 7 saat uyumayan bir insan esasında uykunun fiziksel ve fizyolojik etkinliklerinden yeteri şekilde yararlanamıyor” diyor.
Bir uyku sorununun gerçekten “uykusuzluk” olarak görülebilmesi için hangi koşulları taşıması gerekiyor? Bu kritik soruya, “Uykusuzluk demek için ya uyku süresi kısa olacak ya dalmada problem yaşayacak ya da uykuya dalınsa bile sürdürememesi gerekiyor” diye açıklıyor Prof. Dr. Ağan.
Amerikan Uyku Akademisi’ne göre, uykuya dalmakta veya uykuyu sürdürmekte yaşanılan zorluklar ile beklenenden daha kısa uyku süresi “insomnia” olarak tanımlanmakta. Dünyada insomnia (uykusuzluk) görülme sıklığının yüzde 30 olduğunun altını çizen Prof. Dr. Ağan “Insomnia demek için bu şikayetlerin haftada en az 3 gün görülmesi ve en az 3 ay süreyle sürmesi gerekiyor. Bakıldığında bunların yüzde 10’u tedavi gerektiriyor. Kadınlarda ve ileri yaşlarda sık görülüyor” şeklinde bahsediyor.
UYKUSUZLUĞUN KAYNAKLANMASINA NEDEN OLAN FAKTÖRLER NELERDİR?
Peki uykusuzluğa neler neden oluyor? “Bunun birden çok faktörü” var diyerekten ifadesine başlayan Prof. Dr. Ağan şöyle devam ediyor:
“Mesela eşlik eden hastalıklar… Bir kanseriniz, endokrin bozukluğunuz, gastrointestinal, kardiyak problemleriniz, özellikle psikiyatrik sorunlarınız varsa uykusuzluğa sebep olabiliyor. Bunların araştırılması gerekiyor.”
“Uyku odanızı sadece uyku için kullanmak lazım. Bu odada bilgisayar, televizyon olamayacak, yatakta yemek yemeyeceksiniz, televizyon seyretmeyeceksiniz ve belli saatlerde o odayı uyku amaçlı kullanacaksınız.”
Uykusuzluğa yol açan bazı hastalıklar bunlarla sınırlı değil sadece. Nörolojik hastalıklar da uykusuzluğa neden olabiliyor.
Prof. Dr. Ağan, “Demans ve parkinson hastalarında hem kullanılan ilaçlar hem de bazen hastalığın gidişatı boyunca uykusuzluk görülebiliyor. Yine nörolojik hastalarda da uykusuzluk görülebiliyor” diyerek epilepsi hastalığına da vurguda bulunuyor:
“Aslında epilepsi de uykuyla baş başa yürüyen bir hastalık. Uykusuzluk, nöbeti tetikleyebildiği gibi, hasta nöbet nedeniyle uykusuz kalabiliyor. Yine vardiya usulü çalışanlarda da çok sık uykusuzluk şikayeti görülebiliyor.”
UYKU HİJYENİNE ÖZEN VERİLİRSE, KALİTELİ UYKUYA DÖNÜŞÜR
Uykusuzluk sorunu ciddiye alınması gereken büyük bir problem. Çünkü bireyin günlük yaşamını her şekilde etkileyebilir. Bu noktada Prof. Dr. Ağan şunları söylüyor:
“Yeterli uyumadığınızda ertesi gün yorgun oluyorsunuz. Böylece hem iş hem de sosyal yaşamınızda etkin bir gün geçiremiyorsunuz. Mental aktiviteleriniz yavaşlıyor. Hayattan zevk alamıyorsunuz. Depresif bulgular daha ön plana çıkabiliyor. Yine bu hastalarda uykusuzlukla beraber çeşitli bazı hastalıklar da daha ön plana çıkmış olabiliyor.”
Peki uykusuzlukla nasıl başa çıkacağız? “Bunun mucize bir ilacı yok” diyor Prof. Dr. Ağan. Uyku hijyenine dikkat veriyor:
“Uyku odanızı sadece uyku için kullanmak lazım. Bu odada bilgisayar, televizyon olmayacak, yatakta yemek yemeyeceksiniz, televizyon seyretmeyeceksiniz ve belli saatlerde o odayı uyku amaçlı kullanacaksınız. Burası yazın sıcak kışın çok soğuk olmamalı. Yeterli ve etkili bir uyku için karanlık ve gün ışığından korunmuş ve sessiz bir oda olması gerekiyor. Yine uyku hijyeni açısından düşünecek olursak yatmaya yakın ağır bir yemek yenmemeli.”
GÜN İÇERİSİNDEKİ ŞEKERLEME 20 DAKİKAYLA SINIRLANDIRILMALI
Uykusuzluk problemi yaşayanların, tüm bu olanların yanı sıra başka birtakım alışkanlıkları da gözden geçirmesi gerekmekte. Prof. Dr. Ağan uyku sorunu yaşayanlara önerilerini şöyle sıralıyor:
“Öğleden sonra kahve, çay ya da meşrubat gibi kafeinli içecekler tüketilmemeli. Bunların hepsi uykuyu kaçırabiliyor. Yine uyku hijyeni açısından belli bir ritüel oluşturulabilir. Mesela gece yatmadan ılık bir duş alınabilir, gevşeten bir müzik dinlenebilir veya rahatlatıcı bir kitap okunabilir. Ayrıca uykusuzluk şikayeti olan kişilerin ‘gece uykusuz kaldım, gündüz uyuyayım’ dememesi gerekir. Eğer gündüz şekerleme yapılacaksa bu, 20 dakikayı geçmemeli.”
Tüm bu önerilere rağmen hala uykusuzluk yaşayanların bir doktora danışması gerekiyor. Böylece hastalara, uyku problemi açısından medikal tedavi verilerek çözüme kavuşturulabilir. Tedavi süreci uykusuzluğun asıl nedenine bağlı olarak şekillenir.
KAYNAK: TRT Haber
https://www.trthaber.com/haber/saglik/modern-hayatin-sessiz-sorunu-uykusuzluk-902116.html
01.04.2025
YAZAR: ZEYNEP ERDOĞAN


